İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NİN AMBLEMİ ‘KONYA’LI

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NİN AMBLEMİ ‘KONYA’LI
İstanbul’un fethinde önce kurulduğu da iddia edilen İstanbul Üniversitesi’nin kimliğini, Anadolu’nun şefkât eli de olan Selçuklu İmparatorluğu verdi

Bazı yabancı araştırmacılara göre İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu fetih öncesine yani Bizans’a kadar gider. Türk araştırmacılara göre ise 1453’tür, yani “fetih” yılı. Bugünkü merkez bina, yani meşhur kapısı bulunan tepedeki üniversite Roma üniversitelerine denk tıp, hukuk, felsefe ve edebiyat fakültelerinden oluşuyordu. Ancak Türk araştırmacıların İstanbul Üniversitesinin kuruluşuna dair yazıp söyledikleri şöyledir: Daha fethin sıcaklığı geçmemişken, aynı gün yani 30 Mayıs 1453’te Ayasofya ve Zeyrek’te bilimsel bir toplantı yapıldı. Modern Türk idare hukukunun kurucusu sayılan, İstanbul Üniversitesi’nin seçimle gelen ilk rektörü unvanı olan ve üniversite özerkliğini savunan Sıddık Sami Onar’a göre Türkler İstanbul’u fethettiklerinde bir üniversite bulamamışlardı. Kendi uygarlıklarını yerleştirdikleri şehre yani İstanbul’a kendi tarzlarını da getirmişlerdir. Bu tarz Üniversite eğitimidir. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi kurucularından olan, Onar gibi İstanbul Üniversitesi’nde rektörlük yapan, milletvekili de olan Cemil Bilsel, tıp, hukuk, fen ve edebiyat fakültelerinin ve İstanbul Üniversitesi’nin ilk başlangıç tarihini 1470 olarak verir. Bu tarih Fatih Külliyesi’nin de kuruluş tarihidir. Bazı iddialara göre dünyanın ilk tıp fakültesi İstanbul’da kurulmuştur.

SELÇUKLU’DA GELİŞTİRİLEN TIP

Aslında Türkler Selçuklular döneminden bu yana tıp ile ilgilenmişlerdir. Selçukluların ilk hastanesi ve tıp merkezi Alparslan’ın meşhur veziri Nizamül Mülk tarafından Nişabur’da inşa edilmiş ve çalışmalarını yürütmüştür. Sultan Sencer’in Kaşgarlı Yağan Bey’den sonra veziri olan Ahmed Kaşi’nin Kaşan, Ebher, Zencan, Gence, Erran’da darüşşifalar (hastaneler) kurduğu bilinmektedir. Hatta o dönem Selçuklular sürekli savaş halinde oldukları ve yaralı askerlerin tedavilerine çok önem verdikleri için seyyar hastaneleri ile vardı. Sultan Mahmud’un ordusunda tabipler, cerrahlar, hasta bakıcılar, ilaçlar, tıbbi aletler bir çadırda tutulur, bu çadır askerin yanında o savaştan bu savaşa taşınırdı. Bu hastaneyi taşıyan 200 deve vardı. Sultan Melik Şah’ın ordusunda da böyle seyyar hastane vardı.

Beyliler döneminde de Anadolu’da bazı hastaneler bulunduğu kayıtlarda yer almakta. Dolayısıyla Selçuklular, imparatorluğun birçok şehrinde, diğer ilimler ile birlikte çok sayıda darüşşifalar inşa etmişlerdi. Bu merkezlerde yine kayıtlara göre ameliyat bile yapılıyordu.

Bu yönüyle Selçuklu Avrupa ve diğer birçok ülkeye de bu anlamda olumlu katkılar yapmıştır. Anadolu’nun fethini ve Türkleşmesini Konya merkezli sağlayan Selçuklular, şehir merkezlerin, hatta saray içinde bile hastane kurmuşlardır. Ayrıca Kervansaraylarda da yolcular için (İpek Yolu dâhil) sağlık hizmeti verilmekte, darüşşifalarda şifa dağıtmaktadır. Sultanlar da sağlığına düşkündür. Sarayda en meşhur doktorlar/şifacılar bulunmaktadır. Kayıtlarda Sultan 1. İzzettin Keykavus ve 1. Alaaddin Keykubat’ın yerli ve yabancı doktorlardan sağlık hizmeti aldığına yer verilir.

Yine tarihi kayıtlara göre 1055 tarihinden sonra Selçuklu Sultanları Bağdat, Şiraz, Berdeşir, Kaşan, Zencan, Ebher, Harran, Gence ve Mardin’de hastaneler kurmuşlardır. Bu yapılar maalesef bugünlere ulaşmamıştır. Günümüze ulaşan şifahaneler şöyledir: Şam’da Nurettin Hastanesi (1154), Kayseri’de Gevher Nesibe Darüşşifası ve Gıyaseddin Keyhüsrev Tıp Merkezi (1206), Sivas’ta Keykavus Darüşşifası (1217), Divriği’de Behram Şahin Kızı Turan Melik Hastanesi (1228), Çankırı’daki Ata Bey Ferruh Hastanesi (1235), Tokat’taki Gök Medrese ve Pervane Bey Darüşşifası (1275), Kastamonu’da Ali b. Pervane Hastanesi ve Amasya Darüşşifa Hastanesi.

SELÇUKLULAR’DAN CÜZZAMLILARA ÖZEL İLGİ

Selçuklular, ayrıca genel hastanelerinin yanında, cüzamlıların tecrit edilerek bakıldığı cüzzamhaneler ile akıl hastalarının tedavisi için de, merkezlerde oluşturmuşlar. Bu hastanelerin içinde Kayseri, Sivas ve Amasya’daki hastane ve tıp merkezleri uzun süre faaliyetlerini sürdürmüşler. Selçuklu şifahaneler, dönemin hastane yapılarıydı. Şifahaneler insanların iyileşmesine, tedavi olmasına, şifa bulmasına yardımcı olan, gelip geçen yolcu, tüccar, garip ve kimsesizler için yaptırılmış şifa yerlerdi. Selçuklularda sağlık kurumu, darüşşifa olarak anılmakla birlikte, tarihin çeşitli devirlerinde ve değişik coğrafyalarda Bimarhane, Maristan, Darülmerza, Darüttıp, Darüşsıhha, Şifaiyye, Darülafiye olarak adlandırılmış.

Amasya hastanesinde baştabiplik yapan Sabuncu oğlu Şerafettin, yazdığı cerrah-name-i İlhani eserde (15. Yüzyıl) cerrahlıkta kullanılan bütün aletleri, Türkçe isimlerini ve her hastalığın tedavisine dair pek çok resimleri göstermektedir.

Selçukluların ulaştığı her yerde, bir bir şifahaneler yapılmıştır. Divriği’deki, ayakta kalan en önemlisi. Bu şifahaneleri yaşatmak için ticarethaneler, dükkânlar ve araziler vakfedilmiş.

SELÇUKLUDA KADIN HASTALARA ÖZEL İLGİ

Darüşşifaların başına getirilen alim bir kimse, hastaları idare eder, eczaneyi emrinde tutar, her hastanın reçetesine göre ilaçları verdirirdi. Hastanelerde görevlendirilecek hekimlerin tıp ilmine vakıf ve cerrahide becerisinin olmasına bakılırdı. Hastalar odalarında, yataklarında yatar, onlarla ilgilenen müstahdemler sabah akşam hastaların durumunu sorar, hastalara ait ilaç, yemek ve şurupları dağıtırdı. Hastanelerde kadınlar içinde ayrı bölümler vardı. Selçuklular akıl hastalarının ilaç ve müzik ile tedavi edilmelerinde de öncülük etmişlerdir. Hastanelerin yanında, yetimler mektebi, acizler yurdu, zaviyeler, zengin kütüphaneler yer alıyordu. Bunların giderleri vakıflardan sağlanıyordu. Hastanelere gelemeyen hastaları getirtmek ve hasta olanları bulmak için de memurlar tayin edilmişti. Hastanelerde aşhane, ilaç, meşrubat ve macunlar için ayrı odalar ve ilaç yapılan eczaneler bulunuyordu. Hastaneyi ve vakıfları idare eden idarehane ve burada görevli memurlar vardı. Hastanelerin yakınlarında kör ve sakatlara hanegâhlar, dul, ihtiyar, yetim ve kimsesizlere yurtlar kurulmuş, bunların hizmet, ihtiyaç ve giderleri için de vakıflar tesis edilmişti. Bu hastanelerde zengin, fakir, din, dil, ırk ayrımı yapılmadan herkesin tedavi olduğu yerlerdir. Hastalara ilaçlar, yiyecekler ücretsiz verilir, tedavilerden para alınmazdı.

SULÇUKLU TIBBINDA HİPOKRAT VE İBNİ SİNANIN YERİ

Selçuklular zamanında yapılan bu tıp merkezleri ve hastaneler Osmanlılar zamanında da aynı görev ve hizmetlerini sürdürmüşlerdir. Tıp mesleğinin uygulanmasına yönelik özel bir mimari anlayışla bu hastaneler ve tıp merkezleri yapılmıştır. Bu tıp merkezlerinde tıp eğitiminin verildiği derslerde İbni Sina, Razi, Hipokratın eserleri ve Hasan El-Curcani’nin, Zahire-i Harizm Şahi adlı ansiklopedik eseri de ders kitabı olarak okutulmuştu.

Teori ve uygulamaya dayalı olarak hizmet veren Kayseri’deki Gevher Nesibe Darüşşifası ve Gıyasettin Keyhüsrev tıp Merkezi (medresesi) Selçukluların en önemli sağlık merkezlerinden birisidir. Bu tıp merkezinde kullanılmak üzere vakfedilen malların 1584 yılındaki gelir toplamı 43643 akçe kadardı. Bu merkezdeki hocalara 20 akçe, hekimlere de 8 akçe maaş verilirdi.

13. yüzyılda kervan yollarının kesiştiği bir merkez olarak öne çıkan Kayseri bu yüzyıldan sonra “Mukarr-ı Ulama” (alimler şehri) olarak anılmaya başlar. Önemli bir bilim ve sanat merkezi olan Kayseri’de, Selçuklu dönemine ait on beş medresenin olduğu bilinmektedir. Bu medreseler arasında tıp medresesi ve şifahane olarak yapılan çifte medrese, bugünkü adıyla Gevher Nesibe Tıp Tarihi Müzesi, Anadolu’daki ilk tıp merkezidir. Bu medrese 1205-1206 yıllarında Selçuklu Hakanı II. Kılıçarslan’ın kızı Gevher Nesibe Sultan adına kardeşi Sultan I. Gıyasettin Keyhüsrev tarafından yaptırılmıştır. Gevher Nesibe Şifahiyesi Türklerin yaptırdığı onbirinci büyük hastanedir. Anadolu’da ise beşincisi olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda içerisinde tıp tahsili yapılanların ilkidir. Gevher Nesibe Tıp Merkezi, yapısı ve tıp eğitimi açısından dünyadaki ilk tıp merkezi olarak geçmektedir. Bu merkezde hekim, cerrah, göz doktoru, yardımcı asistanlar, akıl hastanesi ve ruh hastalıkları koğuşları ve ayrıca eczane kısmı da bulunmakta. Günümüzde ise bu merkez Erciyes Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü’ne tahsis edilmiş ve 14 Mart 1982’de de Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılmaya başlanılmış.

GEVHER NESİBE’NİN AŞKI

Gevher Nesibe Sultan Tıp Merkezinin yapılış hikâyesi, kırık bir kalp hikâyesidir: Gevher Nesibe Sultan, saray başsipahisine gönül vermiştir. Evlenmelerine Nesibe Sultan’ın ağabeyi Hakan I. Gıyasettin Keyhüsrev karşı çıkmış. Hakan I. Gıyasettin başşipahiyi savaşa göndermiş, baş sipahi de bu savaşta şehit düşmüş. Bu olay üzerine ve sonrasında Gevher Nesibe Sultan üzüntüsünden hasta olmuş, vereme yakalanmıştır. Kız kardeşinin durumunu öğrenen Sultan I. Gıyasettin Keyhüsrev onu ölüm döşeğinde ziyaret etmiş. Son dileğini sorarak özür dilemiş. Gevher Nesibe Hatun da, Hakan Gıyasettin Keyhüsrev’den “Ben devasız bir derde düştüm, kurtulmama imkân yok, hiçbir hekim derdime çare bulamadı, ben artık ahret yokuşuyum, eğer dilersen benim mal varlığımla benim adıma bir şifahane yaptır! Bu şifahanede bir yandan dertlilere şifa verilirken, bir yandan da çaresi olmayan dertlere çare aransın. Bu şifahane ünlü ve hekim ve cerrah yetiştirsin. Burada kimseden bir kuruş para alınmasın. Burası benim adıma bir vakıf olsun” diye vasiyette bulunmuştur.

I.Gıyasettin Keyhüsrev, kız kardeşinin hastalığına kendisinin neden olmasından büyük üzüntü duyar tabii. Onun son isteğini yerine getirir. 1204 yılında şifahanenin yapımını başlatır. Şifahane iki yılda tamamlanır. 1206 yılında hizmete açılır. Daha sonra şifahanenin doğusuna, Gevher Nesibe Sultan’ın ikinci kardeşi Sultan İzzettin Keykavus, 1210-1214 yılları arasında tıp merkezini (medresesini) yaptırır. Gevher Nesibe Sultanın türbesi de buradadır.

Şifahanede Gevher Nesibe Sultanın vasiyeti üzerine tedavi gören hastalardan ücret alınmaz. Gevher Nesibe Şifahiyesi ve medresesinde Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat’ın sağlık nazırı olan Ekmelettin hocalık yapmıştır. Ünlü Türk hekimlerinden Ebu Bekir, Gazanferi, Ali Şinasi, Ebu Salim İbni Kübra, Yakubi, Sucauddin Ali Bin Ebu Tahir, Seyit Samet Cevher, Nesibe medresesinde yetişmişler.

ÇADIRDA ŞİFA HAMAMI

Selçuklular, halkın sağlığı ve şifa bulmaları için, ülkenin birçok şehirlerin de sıcak su kaplıcaları (termaller) ve hamamlar inşa etmişlerdir. Ilgın, Eskişehir, Kütahya, Erzurum da hizmete açılan sıcak su banyoları ve kaplıcaları, halkın sağlığına sunulmuştur. Anadolu da, hasta ve felçlilerin şifa için gittikleri 300 e yakın sıcak su hamamları bulunuyordu. Sultan I. Alaaddin Keykubat, sefere giderken Hamam-i Seferi denilen çadır hamamını da yanında götürüyordu. Bu çadırda altın, gümüş hamam takımları, kokuları, hamam malzemeleri bulunuyordu.

SELÇUKLU’DAN İSTANBUL ÜNİVRESİTESİNE HEDİYE: YILANLI AMBLEM

Selçuklular zamanında yapılan bu tıp merkezleri ve hastaneler Osmanlılar zamanında da aynı görev ve hizmetlerini sürdürmüşlerdir demiştik: İstanbul Üniversitesi, 20.6.1973 tarihli 1750 sayılı Yeni Üniversiteler Kanunu ile Cumhuriyetin 50. yıldönümünde yeni bir düzene girmiştir. 4936 sayılı yasayı tümden değiştiren bu yasayla iki yeni üst kuruluş, Yüksek Öğretim Kurulu ve üniversite üyesi gereksinimini karşılama görevi bu kez eski ve köklü üniversitelere getirilmiştir. Yasanın öngördüğü gelişmekte olan üniversitelere öğretim üyesi yardımını İstanbul Üniversitesi büyük ölçüde yerine getirmektedir. Bugün İstanbul Üniversitesi 6.11.1981 tarihli 2547 sayılı yasa hükümlerine tabi olarak çalışmakta; çağdaş, ilerici ve laik bir eğitim kurumu olarak tarihsel, toplumsal ve bilimsel bir işlev sürdürmektedir. İstanbul Üniversitesi’nin simgesi olan “yılanlı amblem” 1243 tarihli Selçuklu Şifa Yurdu motiflerinden esinlenilerek Prof. Süheyl Ünver tarafından yaratılmıştır.(Ali Ulurasba)

 

 

 

Kaynak:Pusula Haber

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.