Modern Avrupa tarihinin en uzun kuşatması, ne Orta Çağ’da ne de Haçlı Seferleri sırasında yaşanmıştır.
Bu utanç, 20. yüzyılın sonlarında, “medeniyetin beşiği” olduğu iddia edilen bir coğrafyada, 1992-1995 yılları arasında Saraybosna’da yaşanmıştır.
Saraybosna Kuşatması, yalnızca bir askeri operasyon ya da etnik çatışmanın sonucu değil, uluslararası sistemin acziyetinin ve ikiyüzlülüğünün açık bir tezahürüdür.
Yaklaşık 11.000 sivilin, bunların içinde 1.600'den fazla çocuğun, öldürüldüğü bu kuşatma; insan hakları, insani yardım, uluslararası hukuk gibi kavramların ne kadar kolaylıkla rafa kaldırılabileceğini tüm çıplaklığıyla göstermiştir.
Tarihsel Arka Plan
Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte başlayan milliyetçi dalga, çok kültürlü ve çok inançlı Bosna-Hersek’i hedef almıştır.
1992 yılında bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek Cumhuriyeti, bu adımının bedelini ağır ödemiştir.
Sırp paramiliter güçlerinin uyguladığı sistematik kuşatma, bir etnik temizlik politikasına dönüşmüştür.
Tam 1.425 gün süren kuşatma boyunca Saraybosna’da su, elektrik, ilaç ve temel gıda maddeleri bile bulunamaz hâle gelmiş;
keskin nişancıların keyfi saldırılarıyla siviller, özellikle çocuklar hedef alınmıştır.
Ancak ne acıdır ki; bu sürecin en karanlık yönü, uluslararası toplumun suskunluğu olmuştur.
Aliya-İzzetbegoviç ve Türkiye'den Uzanan Sessiz Kardeşlik
Bosna halkının direnişine ruh veren en önemli figürlerden biri, şüphesiz Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç idi.
O sadece bir devlet başkanı değil, aynı zamanda bir mütefekkir, bir hukukçu ve bir vicdan sahibiydi.
Bu kritik dönemde Aliya'nın en büyük manevi destekçilerinden biri Türkiye'den çıkmıştır: Prof. Dr. Necmettin Erbakan.
Resmî diplomatik kanalların sınırlı kaldığı ve hükümetlerin sessizliğe gömüldüğü yıllarda,
Erbakan Hoca, partisinin ve Milli Görüş camiasının tüm imkânlarını seferber ederek Bosna halkına insani yardım, gıda, sağlık ve özellikle de moral desteği sağlamıştır.
Aliya’nın Erbakan’a yazdığı bir mektupta şu ifadeler geçer:
“Bize un, ilaç ve silah göndermediniz sadece. Bize, unuttuğumuz bir şeyi hatırlattınız: Kardeşliği...”
Türkeş’in Millî Duruşu: Partiler Üstü Bir Destek
O yıllarda Türkiye'de siyasi yelpazenin bir başka ucunda bulunan Alparslan Türkeş de Bosna davasını yalnız bırakmamış,
Türk devletinin ve milletinin bu konuda sessiz kalamayacağını açıkça beyan etmiştir.
Türkeş, her fırsatta Bosna’nın Türk-İslam tarihindeki yerini vurgulamış, özellikle milliyetçi camianın Bosna ile manevi bağını kuvvetlendirmiştir.
O dönem Meclis’te yaptığı konuşmalarda sıkça dile getirdiği şu cümle kayda değerdir:
“Bosna’da dökülen kan, sadece Boşnak kardeşlerimizin değil; İslam dünyasının ve Türk milletinin kanıdır.”
Bilge Kral’dan Savaş Üzerine
Aliya İzzetbegoviç'in savaş yıllarında söylediği şu söz, aslında tüm olup biteni tek cümlede özetler:
“Biz savaşı istemedik, bize savaşı onlar dayattı. Ama biz savaşırken bile insan kalmaya çalıştık.”
Bu söz, Bosna’nın sadece fiziken değil ahlaken de nasıl bir kuşatma altında kaldığını göstermesi bakımından oldukça çarpıcıdır.
Unutulan Her Katliam, Yeni Katliamlara Davetiye Çıkarır
Saraybosna’da öldürülen yalnızca insanlar değildi; aynı zamanda “medeniyet” kavramı, “vicdan” ve “ortak insanlık” iddiası da ağır yara almıştır.
Bugün o izler, sadece Bosna topraklarında değil, her bir insanın adalet duygusunda derin bir yara olarak durmaktadır.
Bosna Katliamı'nın yıl dönümünde, bu acıyı yürekten hisseden tüm kardeşlerimizi bir kez daha rahmetle yâd ediyoruz.
Cenâb-ı Hak’tan niyazımız; şehitlerimizin makamlarını âli, Bosna halkının izzetini baki kılmasıdır.
Unutmak ihanettir. Hatırlamak ise bir insanlık borcudur.
Biz Türkiye olarak İslam dünyasının ağabeyiyiz.