Bir cümlelik hayat: Boşluk yazılabilir mi?

Yekta Özdem

Bir toplumun sessiz çöküşü, genellikle gürültüsüz başlar. Kitapçılar kapanır, kimse fark etmez. Dergiler yayımlanmaz, kimse eksikliğini hissetmez. Gazete sayfalarında edebiyat, yazı, düşünce yavaş yavaş silinir… Ve geriye, içimizde büyüyen o boşluk kalır.

Aşağıda okuyacağınız bu üç kısa hikâyem, tam da o sessizliğin izini sürüyor. Okumayı bir ihtiyaç değil, bir varoluş biçimi olarak gören insanların iç dünyasına dokunuyor. Hayatın rutininde kaybolmuş bir adamın, rastgele açtığı bir kitabın altıncı sayfasıyla uyanışını; kapanan bir kitabevinin ardından içini dolduran öfkeyle konuşan bir okurun haykırışını ve hayatındaki eksikliği, cümle cümle tamamlamaya çalışan kahramanın iç yolculuğunu anlatıyor.

Okumak ve yazmak… Bu iki erdem, sadece bilgi edinmenin değil, insan olmanın, insan kalmanın da yoludur. Her biri farklı bir yoldan yürüyen bu karakterler, aynı yerde buluşuyor: İçlerindeki boşluğu kelimelerle tamamlayarak.

Bu hikâyeler, yalnızca hikâye anlatmıyor; bir çağrıda bulunuyor. Elinizden düşen her kitabın, açılmayan her defterin ardında bir yaşamın sönmeye başladığını hatırlatıyor. Ve belki de sizi, o boşluğu dolduracak ilk cümleyi yazmaya davet ediyor…

Cilt Cilt Sessizlik

Yalnızca cicili bicili ciltli kitapların gövde gösterisi yaptığı vitrinlerden, ince düşünülmüş dergi kapaklarının bakışımıza çarptığı raflar arasında yürürken duraksadı. İçinde bir şey bıçak gibi kıvrıldı. Çünkü bir zamanların o mis gibi kâğıt kokan kitapçısı —çocukluğunda harçlığını saklayarak gittiği, ilk defa bir romanı orada seçtiği, üniversite sınavına hazırlanırken kalın kalın hazırlık kitaplarını oradan aldığı— şimdi bir telefoncu olmuştu.

Camın önünde durdu, içeride kulaklıklar, ekran koruyucular, envai çeşit kılıflar, dijital hayaletler... Bir köşede, yerini bilmediği bir boşluk gibi, kendini bulamadı. Bu onun yitirdiği kaçıncı kitapçıydı?

Adı Umut’tu. Ama günler geçtikçe adını taşıdığı o kavramdan, “umut”tan biraz daha uzaklaşıyordu. Okuyan insan azalmıştı, evet. Ama onu asıl çıldırtan, okumayanların bunu mesele etmemesiydi. Farkında bile değillerdi olacakların!

Öğretmenlerdi meselâ... "Çocuklar okumuyor" diye söylenip duruyorlardı ama ellerinde tek bir esaslı kitapla yakalayamazdınız onları. Akademisyenler ise daha da tuhaftı. Makale yayınlatmak için sayfa çeviriyorlar, sonra bir daha ne o kitabı hatırlıyorlar ne yazdıklarını. Öğrencilerine tek satır edebiyat tadı geçirmeden, kupkuru bilgilerle yılları yiyorlar.

Umut bir gün bir lisede konuşma yapmaya davet edildi. Edebiyat kulübüymüş. Birkaç gönüllü öğrenci oluşturmuş, aralarında kitap değiş tokuşu yapıyorlarmış. Gitti. Bir sınıf dolusu genç, sessizce onu dinliyordu. "Ne okuyorsunuz?" diye sordu. "Hocalarınızla kitap üzerine tartışabiliyor musunuz?" Sessizlik…

"Hiçbiriniz öğretmeninizle edebiyat konuşmadınız mı?" Bir çocuk parmak kaldırdı:
“Hocam, biz derste sadece paragraf çözüm teknikleri görüyoruz.”

İçinde bir şey koptu o an. Taş taş üstünde kalmadı içinde. Oysa o, edebiyatın insanı insana anlatan, vicdanı büyüten bir iş olduğunu sanmıştı. Şimdi ise, bir sınav sorusunun gırtlağına yapışmış bir şey. Herkes ezberliyor ama kimse hissetmiyor.

Konuşma bitti. Öğrenciler teşekkür etti. Giderken biri yanaştı: “Siz konuşurken içim acıdı. İlk defa biri edebiyatı böyle anlattı. Sanki bir şey hatırladım…”

Umut o an anladı: Dert, sadece okumamak değildi. Dert, okutmayanları, okur yetiştirmeyenleri sorgulamamak, hâlâ kürsülerde durmalarına izin vermekti.

O gün eve dönerken boş bir defter açtı. Başlığı attı: "Kapanan Kitabevlerinin Sessiz Tanıkları: Okutmayan Öğretmenler, Yetiştirmeyen Akademisyenler"

Ve yazmaya başladı. Okumayanlar için değil. Okur gibi yapıp da hiçbir zaman bir cümleye yüreğini vermemiş olanlar için.

Belki bir gün biri açar, bir sayfada kendi sessizliğini bulur diye…

Altıncı Sayfa

"Bir kitap okudum ve hayatım değişti," dedi adam. Ama kimse inanmadı.

Çünkü adam, bir banka memuruydu. Sabah kart çeker, akşam kart basardı. Hayatındaki en büyük değişiklik, su bardağını cam yerine seramiğe koymak olmuştu. Rutin, saat gibi işler, sıradanlık.

Ama bir gün bir başka değişiklik yaptı ve öğle arasında bir kitapçıya girdi. Rastgele bir kitap aldı: Ne yazarı tanıdı, ne adı hatırladı. Sadece rengi hoşuna gitmişti. Kabartma harflerle yazılmış sade bir kapak. "Adı Olmayanlar" yazıyordu.
Kasaya götürürken kitapçının yaşlı sahibi göz ucuyla baktı ve mırıldandı:
“Altıncı sayfaya dikkat et…”

Adam kitabı aldı, iş yerinde çekmeceye koydu. Ertesi sabah, çayın demlenmesini beklerken açtı.
Altıncı sayfa: “Bu satırları okuyan kişi, okudukça değişmeye mecburdur. Çünkü gerçek her zaman yazarın değil, okurun kalbinde saklıdır. Şimdi gözlerini kapat ve üç dakika boyunca hayatını en çok etkileyen günü düşün. Sonra kaldığın yerden okumaya devam et.”

Adam düşündü. Bir anı canlandı: On dört yaşındayken annesiyle bir kitap fuarına gitmişti. Standın birinde, ilk defa kitapların sadece bilgi değil, duygu da taşıdığını hissetmişti. O an, yaşamakta olduğunu hissetmişti gerçekten.

Sonra okumaya devam etti. Sayfalar aktıkça, kitap bir romana dönüşmedi. Bir aynaya dönüştü. Her cümle, adamın susturduğu bir yanını konuşturuyordu. Korkularını, ertelediklerini, özlemlerini.

Kitabı üç gecede bitirdi. Ama artık sabah işe gitmiyordu. Dördüncü sabah çekmecedeki istifa dilekçesini bıraktı. Cebine sadece kitabı ve bir not defteri koydu.

Bir yıl sonra İstanbul’da bir sahaf dükkânının rafında, kendi yazdığı ince bir kitap belirdi:
"Altıncı Sayfada Buldum Kendimi"

Altına şöyle yazmıştı:

“Bir kitap okudum ve hayatım değişti. Çünkü ilk kez bir kitap, beni bana okudu.”

Ve ne tuhaftır… O kitabın altıncı sayfasında da şu satır vardı:

“Bu bir başlangıç. Seninle birlikte başka hayatlar da değişebilir. Yeter ki okuyacak bir yürek daha bulalım.”

"Boşluk"

İnsanın içinde bir boşluk olurmuş, doğduğunda değil… sustuğunda başlarmış büyümeye. Adı konmaz, şekli yoktur. Ama zamanla hissedilir: Sabahları uyanınca, geceleri kimseye anlatamadığında, kalabalıkların ortasında sessizce çürürken.

Efe’nin içindeki boşluk, tam otuz dört yaşındaydı.

Bankada çalışıyordu. Takım elbisesi ütülü, sesi kibar, günleri birbirinin aynısı. Ama gözlerinde her sabah biraz daha büyüyen o boşluğu fark eden kimse yoktu. Belki fark edenler vardı ama kimse bakmamıştı.

Bir akşam otobüste yaşlı bir adamın elindeki defteri fark etti. Siyah kaplı, kenarları yıpranmış bir defterdi. Adamın gözleri sayfalarda gezinirken yüzü değişiyordu. Gülüyor, duruyor, sonra içe doğru çekiliyordu. Bir tür sessiz fırtına gibi.

Efe dayanamayıp sordu:
“Ne yazıyorsunuz?”
Adam başını kaldırdı, gülümsedi:
“Boşluğumu…”

Cevap, Efe’nin zihninde yankılandı.
“Yazmak… boşluğu dolduruyor mu gerçekten?”
Adam cevap vermedi. Defteri uzattı:
“Sen dene, anlarsın.”

O günden sonra Efe yazmaya başladı. Başta ne yazacağını bilemedi. Günün özetini, çayların şeker sayısını, otobüs saatlerini… ama sonra kelimeler derinleşti. İçindeki çocuk konuşmaya başladı. Hayal kırıklıkları, hiç kurulmayan hayaller, gömülen sevinçler… kelime kelime döküldü. Sayfalarca yazdı.

Ve sonra bir şey oldu.

Sabahları artık uyanmak zordu ama sebebi farklıydı. Yazmak için acele ediyordu. Cümleler, onu hayata bağlıyordu. Okudukça, yazdıkça içindeki boşluk konuşmaya, anlatmaya, anlamaya başladı. Efe kendini ilk kez dolu hissediyordu.

İki yıl sonra, küçük bir yayınevinden ilk kitabı çıktı. Adı: “Boşluğun Yazılabilir Hali”

Arka kapağında sadece bir cümle vardı:

“İçindeki boşluk büyüyorsa yaz. Okumak da olur. Ama sustukça karanlık kazanır.”

Artık hayatını yazıyla kazanıyor değildi, hayatını yazıyla anlıyordu.
Boşluk? Hâlâ vardı. Ama şimdi kelimelerle çevriliydi. Ve kelimelerden duvarlar, köprüler, anlamlar örüyordu.

İnsanın içini dolduran şey bazen bir kitap olur, bazen bir cümle…
Ama en çok da, kendini anlatabilme cesareti.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.