HASANDAĞI ETEĞİNDE BİR YÖRÜK KÖYÜ: GÖZLÜKUYU

Prof. Dr. Hüseyin Muşmal

Pusula Gazetesi yazar ailesinden sevgili Bayram Kabadayı Ağabey, uzun süredir, “Hocam!  Hasan Dağı’nın eteklerinde Gözlükuyu adında terkedilmiş virane bir köy var, orayı Ramazan ayında mutlaka ziyaret etmeliyiz, bize ihtiyacı olan 5-10 hane var” diye ısrar ediyor ve vakit geçirmeden gitmemiz gerektiğini ifade ediyordu.

Daha önce kendisi birkaç defa ziyaret ettiği için, ziyaretimizin hayırlı ve oldukça önemli olduğunu da vurgulamış ve bize dramatik bir hikaye de anlatmıştı. Bayram Ağabey’in anlattığı hikâye beni çok etkilemiş ve bir an önce harekete geçmemiz gerektiğini ben de düşünmüştüm. Nihayet İnşallah diyerek sözleştiğimiz Pazar günü, değerli dostum Fatih Uslu ile sevgili kızım Bilge’yi de alarak yola koyulduk. Bayram Ağabey’in arabasına bazı emanetleri de yüklemiş ve 2-3 saatlik keyifli bir yolculuğun sonunda Hasan Dağı’nın eteklerine ulaşmıştık.

Yolculuk, Fatih Uslu kardeşimin anlattığı güzel Yörük hikâyelerinin yanı sıra, Bayram Ağabey’in okuduğu bozlak havalarının eşliğinde bir çırpıda geçiverdi.  Aynı zamanda bu, 1997 yılında Aksaray’ın Güzelyurt İlçesi Ilısu Kasabası’na bir köy öğretmeni olarak atandığım günleri yâd etmeme de vesile olmuş, yol boyunca anılarım depreştiği için birkaç hikaye de ben anlatıvermiştim. Yaklaşık iki saat sonra Hasan Dağı’nın muhteşem silueti belirmiş, bulutların kapladığı zirvesindeki erimemiş karları seyrede seyrede ilk menzilimize ulaşmıştık. Helvadere ve Karkın köylerinin içinden geçtikten sonra, Karkınlı ve Helvadereli Yörük köylülerin 2000 metredeki Yargı Yaylasını ziyaret etmiş, ziyarette yüzlerce koyun ve keçinin sağımlarına da şahit olmuştuk.

Ellerimizde fotoğraf makinesi bir o tarafa bir bu tarafa koşturduktan sonra, bizi büyük bir misafirperverlikle ağırlayan konargöçer Yörüklerin çadırlarına buyur edildik. Bu öyle güzel bir andı ki, sevgili kızım Bilge, bir taraftan koyunların kırkılışını izliyor, bir taraftan yeni doğmuş kuzu ve oğlakların peşinden bir oraya bir buraya koşturuyordu. Nereye bakarsak bakalım özümüzle karşılaşmış olmanın mutluluğu içinde ya yeni doğmuş bir kuzunun başını okşuyor, ya da adının Alparslan, Metehan, Yaşar, İsa ve Öykü olduğunu öğrendiğimiz mahzun ve kırmızı yüzlü Yörük çocuklarıyla sohbet ediyorduk. Bu mutluluk havası içinde yeni bebeleri ellerimize alarak, süt sağan Yörük analarının o tatlı ve mahcup sohbetlerine de dahil olabildik.  Bu yaylalarda Bayram Kabadayı Ağabey’i tanımayan kimse yoktu. Çoban köpekleri arasında seke seke her çadıra yöneldiğimizde “ooo Bayram, hoş gelmişsin” diyen teyzelerin, nenelerin ona sıkıca sarılmaları nasıl bir sevgi tezahürüydü.  Bayram Ağabeyi tanımamış olsalar bile Yörük kardeşlerimiz bize şüphesiz aynı ilgiyi gösterecekti. Ancak oradaki çoban köpekleri dahi onu muhabbet ve sevgiyle selamlıyordu. Fotoğraf çektirmek için davet ettiğimiz her Yörük çocuğu boynuna sarılıyor, halimizi hatırımızı soruyordu. Allah’ım bir ramazan günü çocuk sevindirmek bu kadar mı güzel olurdu. Bu muhabbeti bırakıp, obadan ayrılmak hiç içimizden gelmiyor, üstelik kızım da “Baba gitmeyelim burada kalalım” diye iki de bir kulağıma fısıldıyordu. Ancak gitmemiz gereken bir yer daha vardı ve artık vakit kaybetmeden oraya hareket etmeliydik. Zira ikinci menzilimiz Hasan Dağı’nın eteklerindeki Gözlukuyu idi.

Gözlükuyu’ya doğru yöneldiğimizde uzaklardan, terkedilmiş evlerin arasında tek katlı iki gözlü bir hanenin kapısı önünde oturan Zeynep Bacı göründü. Öyle mahzun ve öyle dalgın oturuyordu ki sanki dört gözle bizi bekliyordu. Arabamız evin önüne doğru yaklaştığında müjdeli bir haber almışçasına yerinden ok gibi fırladı, bir süre keskin keskin ve dikkatle arabaya baktıktan sonra koşarcasına bize yöneldi. Arabadan indiğim ve Konya’ya doğru yeniden hareket etmek için yeniden arabaya bindiğim ana kadar geçen bir saatlik zamanda hayatımın en buruk ve duygulu anlarını yaşamıştım. Haneye dâhil olup gözlerimle gördüğüm ve kulaklarımın ile dinlediğim dramların verdiği ızdırabı, yalnızca duvarda asılı duran Türk Bayrağı hafifletebildi. Nasıl bir hikayeydi ki bu, terkedilmiş bu virane köyde, doktordan bakkaldan sudan ve belki de çoğu zaman elektrikten yoksun 5-10 evde devletimize duadan başka bir şey yoktu. Allah devletimize milletimize zeval vermesin diyen 80’lik nene, 50 yaşındaki Zeynep kızı ile iki göz evde kızıma çay yapıp bisküvi yedirebilmenin derdine düşmüştü. Sıkıca sarıldı Zeynep Bacı kızıma, gözlerinden birkaç damla yaş düştü. Yıllar önce karnında ve kucağında kalmış iki kızını çoktan gelin etmişti. Belki de uzun süredir göremediği o iki kızı aklında, evin içerisindeki çaresizliğine, yokluğuna ve yoksulluğuna inat kızımı bağrına basıyordu.  “Yeter Bayram’ım!” dedi 80’lik nene, “Utandırmayın beni, mahcup etmeyin nolur kuzum artık. Başkalarının da ihtiyacı vardır. Zor da koman beni…” Ah nenem benim! Yere serdiği o eski çulun üstünde ne halinden bir kere yakındı, ne bir şeyden şikâyet etti ne de ufacık bir şey istedi… Neden sonra “Soğuk mu oluyor buranın kışı” dedim, “Oğlum” dedi. “Devletimiz kapıya kömür döker. Allah devletimizden razı olsun.” Epeydir dolmuş olan gözlerimi kaçırdım ve duvardaki bayrağa kilitledim. Bir Yörük köyünde o kadar imkânsızlığın içinde, gariban nenenim duvara asabildiği tek şey bir Türk Bayrağı’ydı. Dilinde ise sadece bir dua: Allah devletimize milletimize zeval vermesin!

Nasıl bir dersti aldığım o gün. Hey sen! 30 yıl okumuş tarih hocası, bir seksenlik nene kadar vatan millet sevgin var mı?  Hey sen yediği önünde yemediği arkada olan, Allah’ın verdiği nimetlere hiç bu kadar şükrettin mi? Gözlerimi kaçırırken huzurdan, kızımla göz göze geldim. O da kaçırdı gözlerini benden. Karne hediyesi olarak yeni aldığım telefonunu usulca cebine soktu. Sonra yeniden gözlerini çevirdi bana doğru ve kulağıma sessizce bir şeyler fısıldadı…

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (6)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.