İnsanlık dairesinden küçük bir kesit

Sadık Büyüksakarya

İnsan, alemdir.

Tahlili ve tasnifi zor, manası derin, ufku engin bir alem.

Böylesi bir halde de bu alemi çözümleyebilmek azmiyle üzerine eğilmek ne kadar da emsalsiz anlam ifade eder değil mi?

Yapabilmek maharet, yapma niyetiyle yaklaşmak ise tılsımlı bir ümit.

İşte sözün ve insanın üstadı bunu pek iyi yapıyor.

Ve ben yine aracılık ediyorum.

Buyurunuz:

‘Ne zaman insanların arasına karışsak ve onlarla hem hal olsak sonsuzluk âleminin yeni çehreleriyle tanış oluruz. İnsan manzaralarındaki çeşitliliği, renkliliği, derinliği ve değişkenliği, başka hiçbir canlıda, eşyada ve evrenin hiçbir zerresinde görmemiz mümkün değil. Çünkü kâinatın küçük bir numunesi olan insan, varlığın özü, sebebi ve sonucudur. Mahlûkatın en şereflisi, Yaratan’ın gözdesidir insan.

Hayatımız insanlarla geçiyor. İnsan insana alışveriş, candan cana dokunuş ve gönülden gönle iletişim, insanı normal sınırlarda tutan muazzam bir hissiyat. Kalpten kalbe akış, konuşmadan anlaşmak ve bazen duymaya dahi gerek olmadan hal dili ile beslenmektir bu. Dilden dökülenleri aşıp kalbin sesini duymak ve kalbe doğru bir yolculuk ne büyük nimet. Kalp en iyi öğretmendir çünkü. Yaş almış büyüğümüzün yüzündeki çizgiler ve titreyen elleri, parmağınızı sımsıkı tutan bebeğin saf bakışlarından daha öğretici ne olabilir ki?

İnsanların dünyasında dolaşırken yeniden anlıyoruz ki öğreneceklerimiz çok fazla lakin ömrümüz çok kısa. Zira maddi varlığın içindeki mutsuzların yanında yoklukla imtihanda sınıfı geçerek huzur dağıtan erenler var. Benliğini yüceltmenin derdindekilerin yanında tanımadığı ötekiler için ömür harcayanlar var. Küçücük sorunlarına takılanların yanında ağır hastalığını ve sayılı günlerini şükürle karşılayanlar var. Yaşamın araçlarına yapışmaktan hayatın asıl amaçlarını unutanlar, bedenine çalışmaktan ruhundan uzaklaşanlar var.

Pascal; Düşünceler adlı eserinde(1) insan için; “Sonsuzluğun karşısında hiçbir şey, hiçliğin karşısında her şey, hiçbir şey ve her şey arasında bir orta nokta ve ikisini de anlamaktan son derece uzak...” diyerek aslında insanın zihninde kendisiyle ilgili yaşadığı yaman çelişkiye işaret etmiştir. Çünkü insan bir yandan kendisini yücelerin en yücesi, diğer yandan sefaletin diplerinde görebiliyor. Yüksek benlik şişmesiyle düşük benlik algısı arasında gelgitler yaşıyoruz.

HEYECAN İLE ATALET ARASINDA

Dijital dünyanın etkisiyle gerçek insan ilişkilerinden uzaklaşmak bu çelişkimizi derinleştiriyor. Sanal âlemde, en iyi, en güzel, en çok beğenilen olmanın peşinde koşarak dürtülerimizi okşarken gerçek dünyamızda kötümserliğin ve acizliğin sınırlarında dolaşıyoruz. Görünürde dışa dönük, heyecanlı, atak, keyifli bir görüntü verirken gerçekte içe dönük, mutsuz, atalete girmiş bir hüzünlüyüz.

İki temel duygumuz olan sevinç ve kederi, belirli bir denge ve yoğunlukta yaşamadığımızda davranışlarımız ortalamadan yani normalden sapar. Örneğin cenazede herkes üzgünken yahut düğünde herkes sevinçliyken duygularımız onlara eşlik etmekten uzaklaşabilir.

Günümüzde bu iki duygu durum arasında öylesine keskin ve hızlı geçişler yaşıyoruz ki uyumumuz bozuluyor. Hayatımız, kendimizi yüceltmeye yahut aşağılamaya yönelik düşünce ve davranışlar arasında geçiyor. Çünkü gerçek insandan uzaklaşmak, hak etmeden tüketme isteğini körüklüyor. Günümüz insanın her şeye egemen olma arzusunun şahlanması bundandır. Öyle ki birey düzeyindeki benlik çıkmazı toplumlar düzeyinde de hızla kolektif narsisime dönüşüyor.

Freud; zihnimizdeki çelişkiyi yönetemeyerek normalden sapmanın temel nedenini çocukluk yaşlardaki dürtü bozukluğu ve özellikle bilinçaltına ittiğimiz engellenmeye bağlamıştır. Ancak konuyu sadece dürtülerin engellenmesine bağlamanın eksik olduğu psikoloji dünyasında genel kabul görmüştür.

Düşüncelerimizde ve davranışlarımızda dürtülerimiz etkilidir. Ancak insana dair kadim bilgi birikimi ve yaşam geleneği, düşüncelerimizin ve davranışlarımızın şekillenmesinde hayatın anlamına ilişkin arayışın temel rolü oynadığını ortaya koymuştur.

“ANLAM İSTENCİ”

Diğer bir ifade ile benliğin kendi sınırlarını aşmasına neden olan narsistik büyüklenmenin kaynağında engellenen bilinçaltı dürtülerden önce iç dünyamızdaki anlam boşluğunun giderilmesine odaklanmalıyız. Frankl, buna “anlam istenci”(2) demiştir. Bu, varoluşumuza bir anlam yükleme ve bu anlamın sorumluluğunu yerine getirme ihtiyacıdır.

Şu hâlde varoluşumuza anlam verememek ve bu anlamın gereğini yerine getirememek kısacası insan olmayı sürdürememekten kaynaklanan derin boşluk bizi, normal dışı davranışa itiyor. Nitekim bu derin boşluğu çoğunlukla büyüklenerek, haddi aşarak, benliği şişirerek yani normalimizin dışına çıkarak gidermeye çalıyoruz.

Oysaki bize bağışlanan hayatın anlamını ve insan olmanın onurunu, tanıştığımız her insanın penceresinden yeniden görmenin heyecanıyla dolabiliriz. Ve onlardan aldıklarımızla pişme makamının kapısını zorlayabiliriz. Zira her insan manzarası, biraz daha pişmeyi ve olmayı sağlar talip olanlara.

İnsanlarla beraber olmaktan çekinmeyelim. Becerebildiğimiz kadar insanın dünyasına dalmaya, kabımızca insanı öğrenmeye, yeteneğimizce insanı anlamaya çalışalım. Bu, kendimizi okumayı ve içimizdeki boşluğu doldurmayı sağlayacaktır.

Zira her insan, sonsuz ufukların kapısını aralamamızı sağlayan bir manzaradır seyre hazır olanlar için. Bir insanın derdiyle dertlenmek, çığlığını duymak, yarım cümlelerindeki gerçeği görmek, kendi hakikatimizde derinleşmeyi sağlayacaktır. İnsanlarla hemhal olmak, anlam boşluğumuzu giderecek bilgiyi ve yaratılışa uygun normalimizi yaşama bilincini sağlayacaktır.’

Aslında hepi topu budur işte dostlar.

Fazlasına hacet yok.

Bu böylece yeterlidir.

Selâmetle…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.