‘Muhafazakâr Edebiyat Kanonu’ Hezeyanları

Yusuf Alpaslan Özdemir

Ortaöğretimde yeni eğitim programları ve müfredatını Millî Eğitim Bakanlığı’nın açıklanmasına sayılı günler kala Alfa Yayınları’ndan 1950’lerden sonra edebiyat öğretimi programlarında muhafazakâr olarak adlandırabileceğimiz yazar ve şairlere daha çok yer verilmesi meselesini tartışmaya açan “Muhafazakâr Edebiyat Kanonu” adıyla bir edebiyat öğretimi eleştirisi kitabı yayımlandı.

Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Tuğba Çelik bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiğini, bu kitabı yazmaya iten şeylerin neler olduğunu bir röportajda şu cümlelerle açıklıyor; “Tamamen akademik niyetler itti, diyebilirim. 2017’de bir kongreye bildiri yazmaya çalışırken ortaya çıktı. Ulusal Kanon tartışmalarını okuyordum; ben de edebiyat dersi öğretim programlarındaki yazar ve şairleri sayısal olarak not edip Ulusal Kanon’un altını rakamlarla çizeyim dedim. Gelgelelim ilginç biçimde Ulusal Kanon’a değil Muhafazakâr Kanon’a ulaştım. 1921’deki Osmanlıca harflerle yazılmış edebiyat dersi öğretim programından 2018’deki programa kadar taradım isimleri. Tabii bu yepyeni kanon, yepyeni bir okuma alanına sürükledi beni. Edmund Burke’den başlayarak teori çalıştım uzun zaman. 2019’da makale oldu; teori ve yakın siyasi tarih giderek oylumlanıp sanatçıların metinlerinin çözümlemesiyle birlikte şimdi elimizde tuttuğumuz kitap ortaya çıktı. Yani sekiz seneye yakın bir süredir çalışmışım bu kitabı; o beni ben onu iterek bugünlere nihayet geldik.” (Birgün gazetesi, 18.02.2024)

Yazar, 1920’lerden itibaren hazırlanmış ve yürürlüğe girmiş tüm dil ve edebiyat dersi öğretim programlarını inceleyerek ve bu programlarda adı en sık geçen yazar ve şairleri belirleyerek Muhafazakâr Edebiyat Kanon’unun varlığına işaret ediyor. Kadın hakları, sosyo-ekonomik eşitsizlikler, ekolojik sorunlar, şiddetsizlik, cinsiyetçilik gibi çağdaş dünyanın mercek altına aldığı farkındalıkları “kültürel değerlerimizle” örtüşüp örtüşmeme testine tabi tutanları muhafazakâr olarak işaretliyor Çelik.

“Muhafazakâr Edebiyat Kanonu”nda görünürde ortaöğretim edebiyat ders kitaplarına dair bir araştırmadan çıkarımlar var lâkin Tuğba Çelik’in geleneksel Türk aile yapısı içinde yetişen lise öğrencilerinin okumaya alâkaları ve zihniyet gelişimlerinin olgunlaşmasını göz ardı ederek üniversitede hocaları ve girdikleri yeni çevrenin etkilerini perdelemesi hemen fark ediliyor. Muhafazakârlığın, sekülerliğin aslında gerçek mânâsının ne/ler olduğu, bize nasıl yansıtıldığı gibi açıklamalar girmeden ilk elden kitap ve yazarı ile ilgili şunu tereddütsüz bir şekilde söyleyebilirim: Türk-İslâm zeminine yaslanan isimleri muhafazakâr kanonun parçaları olarak gören yazar, bu isimlerin Akıncılar, Sakarya Türküsü, Bayrak(Arif Nihat Asya) gibi şiirlerinden savaş güzellemesi yaptıkları, ölümü yücelttikleri için rahatsız. Yine yazara göre, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki inkılâpçı yazarların yerine muhafazakâr yazarların ders kitaplarına girmesi şeklindeki tersine dönüşümden seküler yaşam biçiminin sekteye uğramasından zarar gören çok sayıda insanın çağdaş yaşama ve özgürlüklere özlemi büyümüştür.” (s.12),

Edebiyat derslerinde modern Türkçenin en büyük şairinin Yahya Kemal olduğu neden söylenir?”, “Kemalizm’le, modernleşmeyle, kadın haklarıyla, Cumhuriyetin kuruluş kadrolarıyla alıp veremediklerinin kabul edilir bir yanı olmayan Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerini ve düşüncelerini ders kitaplarına ısrarla koymak, şairi kültür ve sanat dünyasının merkezine taşımak ne kadar doğrudur? “ gibi sorular soran Tuğba Çelik Beyatlı ve Kısakürek dışında Mehmet Akif Ersoy, Tanpınar, Haşim, Peyami Safa ve Namık Kemal’e yoğun eleştiriler yöneltir.

Kitabın 143. sayfasında “Metinde hiç olmayan bir bağlamı varmış gibi sunup bir çıkarımı dayatmak kabul edilebilir değildir. Öte yandan devir-şahsiyet-eser üçlüsüyle yorumlamak da çoğu kez araştırmacıyı aşırı yoruma götürür.” diyen Çelik Yahya Kemal, Necip Fazıl, Peyami Safa ve Tanpınar gibi kalemlerden seçtiği örnek parçaları tahlil ederken söylediğinin tam tersi bir yola başvurur. İstanbul’un fethi, Mohaç gibi savaşların şiirlerde merkeze alınarak savaş güzellemesi yapıldığını, romanlarda kadının ikinci sınıf vatandaşlar gibi gösterildiğini ve bu metinlerin genç dimağları ileriki zamanlarda erilliğe ittiğini iddia eden Çelik’e göre Arif Nihat Asya’nın Bayrak şiiri de yıllarca bayram törenlerinde okutulmuş sert söylemli hamasi bir şiirdir ve ders kitaplarına girmesi son derece yanlıştır. Örneğin; “Necip Fazıl’ın kadına bakışı cinsiyetçi, bağımlı ve zorbadır. Özellikle hayat kadınları onun şiirinde çok yer tutar. Onları hor görür ve namussuz bulur.” (s.18) ve Tanpınar’ın Huzur’unu değerlendirirken söylediği; “Kadınlar evdedir ve Nuran gibi modern olanları, sosyal hayata rahatça karışır ve erkeklerle gönül ilişkileri kurarlar.(…) Zaten ilginç biçimde bu romandaki erkekler birbirlerinin karılarına, akraba oldukları kadınlara dair beğenilerini sürekli içlerinden geçirir ya da ima eder.” gibi aktarımlar yazarın hayalindeki örnek kadın, aile ve toplum yaşantısını ortaya koymaya kâfi gelir.

Yedi isim içinde diğerlerine göre daha ılımlı ve olumlu bir dil kullanılan isim Mehmet Akif Ersoy’dur: “Akif Osmanlı yönetimini yerden yere vururken Necip Fazıl Osmanlı devletine hayrandır. Üstelik onun İslamcılığı bilimle de mesafelidir. Hatta bazen bilimle alay eder.” (s.115) Çelik, Mehmet Akif’in Abdülhamid Han’a karşı nefretinden de oldukça hoşnuttur.

Tuğba Çelik kitabında lisede ve üniversitedeki edebiyat eğitiminde, seküler değerlere bağlı ya da sol eğilimli sanatçıların sürgün edildiğini; miskinliği, tembelliği, inat etmeyi yücelten muhafazakâr yazarlar ve şairler genç kuşakları aşağılık kompleksine sürükleyip üretici, sorumluluk alan birey olmak yerine yaşamda sadece tüketici olmayı seçmiş, hiçbir şeyden memnun olmayan kuşakların yetişmesine kapı araladıklarını iddia eder.

Tuğba Çelik sadece bu yedi şairden rahatsız değildir, rahmetli Mehmet Kaplan ile öğrencisi İnci Enginün, Beşir Ayvazoğlu ve Turgay Anar gibi isimler de çeşitli ithamlarla kötülenir. Çünkü; Kaplan materyalistleri, komünistleri, anarşistleri, pozitivist, akılcıları, hele hele Nâzım Hikmet’i sevmez, talebesi Enginün’ün yazılarında da inanca yer vermemenin, maddeye değer vermenin şiiri değersizleştirdiği görüşü vardır.

&&&

“Muhafazakâr Edebiyat Kanonu “nda, yakın tarihin siyasi olayları ve meseleleri de geniş yer tutuyor. Adnan Menderes, Necmettin Erbakan, Milli Selâmet Partisi gibi muhafazakâr kesim kötülenirken, komünizm savunulur ve komünizmin kötülenmesine itiraz edilir. Tuğba Çelik’e göre Menderes yasaları değiştirmek ister, halkı infiale sürükler, seçim kazanmak uğruna ülkeyi iki kutba ayırır. Türkçe ezan dayatması gibi hazin meseleleri, asılan bir başbakanı ve bakanları hatırlayınca adeta darbe yanlısı bu yorumun ne denli üzücü olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım.

Milli Selâmet Partisi, İslâmcılar ise asr-ı saadeti özlüyor ve en büyük düşmanları olarak Yahudileri görüyordu. Ülkenin İslâmi değerlere dönmesi gerektiğine inanıyor, Kemalist devrimleri örtük biçimde eleştiriyor (s.91). Kabahatleri büyükmüş doğrusu(!)

Tuğba Çelik’in komünizme karşı takındığı pozitif tavır ise gerçekten hayret verici; bu açık sözlülüğü ve cesareti(!) nasıl karşılayacağımı bilemedim. Onun satırlarıyla baş başa bırakayım sizi: “Toplumda komünizme karşı milliyetçiler kutuplaştırıldı ve öğrenci olayları arttı”, “Komünistlerle ilgili dinsiz, İslâm düşmanı, ahlâksız gibi dedikodular çıkarıldı.” (s.91). Kitabın 152. Sayfasında Peyami Safa’nın ‘Yalnızız’ ını değerlendirirken dillendirilen şu satırlar yazarın zihniyetini ve tarafını somut olarak ortaya koyacaktır sanırım: “Romanda Arnavut ve Çerkezlere kadar antipatik tavırlar içinde olan yazarın, kadın düşmanlığı kadar komünizm düşmanlığı da vardır. Bir siyasi yönetim biçimi olan komünizmden bu kadar nefret etmek de akıl kârı değildir.”

Birçok muhafazakâr yazarı azınlıkları yeterince görmemekle suçlayan Tuğba Çelik’in gizleyemediği Batı aşkı ve saygısı son günlerin popüler ve mühim konusu Türkçe edebiyat/Türkiye edebiyatı ve Türk edebiyatı kavramlarındaki duruşunu da imler. Kitabın her yerinde adeta okurun gözüne sokarcasına kullandığı Türkiye insanı, Türkçe edebiyat, Türkiye edebiyatına karşılık diğer milletlere dair tercihi de 17. sayfadaki şu cümlede somut olarak görülmektedir: “Modern ülkelerin edebiyatı genellikle 18. Yüzyıl Fransız toplumunun ve edebiyatının evrim sürecinden etkilenmiş ve yönünü değiştirmiştir. Türkçe edebiyatın da içinde olduğu bu değişen edebiyat çemberine İngiliz, Rus, İtalyan, Alman, Amerikan edebiyatları gibi çok sayıda ulus edebiyatı girdi.”

Muhafazakâr Edebiyat Kanonu’nun ‘bulgulamak vd.’ gibi uydurma Türkçe numunelerini, -sel, -sal, ler,-lar gibi ek ve tamlama yanlışlarını, Türk-İslâm-Osmanlı nefretinden kaynaklı olduğunu düşündüğüm ‘Abdülhamid’e saydırdıkları’ gibi ilmî bir dile yakışmayan argo ifgadeleri, okumayı güçleştiren anlatım ve üslûp problemlerini de vurgulamam gerekiyor.

Edebiyatı öğrendiğimiz lise ve üniversite yıllarında muhafazakâr yazar ve şairlerin etkisiyle yenilikten korkan, cinsiyetçi, hiyerarşik, güce tapan eril kuşaklar olarak yetiştik.” (s.161) iddiasında bulunan, “Günümüzde kadın cinayetlerinin, ırkçı şiddetin karşısında olurken bu tür metinleri sırf muhafazakâr oldukları için kollamanın sayısız zararının olduğunu” (s.160) söylemekten çekinmeyen, “geçmişin kaba, tozlu, eşitliksiz, şiddet dolu raflarını bugünün denizine karıştırmak isteyenleri ise zarifçe unutmak en iyisi gibi görünüyor.” (s.163) diyen, “Necip Fazıl’ın ‘bu dava hor bu dava yetim diyen dizeleri yerine sevgilisine ‘Cumhuriyetin ilk günü gibiydi yüzün diye seslenen şair İlhan Berk, okul ortamında cumhuriyet düşüncesini yüceltmez mi? (s.162) sorusu ile bir teklifte bulunan Tuğba Çelik’in; “1999’dan beri liselerde, 2011’den sonra üniversitelerde verdiğim edebiyat derslerini can kulağıyla dinleyen öğrencilerinin en büyük esin kaynağı olduğu ‘Muhafazakâr Edebiyat Kanonu’ kitabı hakkında daha uzun değerlendirmeye gerek duymuyorum ve yazarın hedefindeki muhafazakâr çevrelerin sessizliğini de kitabın bütününe yayılan hezeyan ve hamaset dolu hükümleri kaale almamalarına bağlıyorum.

(Tuğba Çelik, Muhafazakâr Edebiyat Kanonu, Alfa Yayınları, Şubat 2024, 176 s.)

“BANA DAMDAN DÜŞENİ GETİRİN”

Tuğba Çelik’in ‘Muhafazakâr Edebiyat Kanonu’ okuduktan sonra imdadıma Cem Sancar’ın ‘Nasreddin’ adını verdiği romanı yetişti (TK Yayınları, 2024). Saygın akademisyenlerimizden İsmail Güleç imzalı, Sabitfikir dergisinin 157. sayısındaki “Robinsonlar Yahut Modern Bir Erginlenme Yolculuğu” başlıklı yazısıyla haberdar olduğum roman; “TC vatandaşı olup ölene kadar Türkiye’de yaşayacak olmalarına rağmen kendi ülkelerinde sanki ‘geçici’ olarak bulunuyormuş gibi yaşayan, kendini beyaz adam sanan, İskandinav tarzı döşenmiş kafelere gidip İstanbul’un ya Paris’i ya da New York’u andıran köşelerini kutsayan ve oralardan çıkmayan, kendilerine yabancı dil öğreten okullarını tapacak derecede seven, ancak ülkelerini ve ülke insanlarını zerre kadar sevmedikleri gibi her fırsatta aşağılayan, devletini ve milleti, değerlerini dert edinmeyen bir gürûhu” anlatıyor.

İsmail Güleç’in; Daniel Defoe’nin ‘Robenson Crueso’ ve Şehbenzerzâde’nin ‘Âmâk-ı Hayâl’i adlı kitapları üzerine inşa edildiğini düşündüğü kitap, yine onun tabirleriyle; “Robinson Mahallesinin Sisifos Koleji çocukları dediği doymayan ve doyması mümkün olmayan, hiçbir dinî, ahlâkî değer tanımayan, Yahya Kemal’in Türk İstanbul’una oldukça uzak, hayata dair değerleri sadece parada ve konforda bulan insanlar arasında yaşayan bir insanın kendini bulma çabasını anlattığı için ayrıca değerli bir eser (Cem Sancar, Nasreddin, TK Kitap, Şubat 2024, 271 s.).

Doğrusu güzel bir tevafuk; Tuğba Çelik’in kitabına dair yazdıklarıma ayrı bir değer kattı bu roman ve baştaki yazımı tekrardan okumayı daha bir anlamlı kıldı.

Siz ayrıca Sabitfikir’in aynı sayısındaki Rabun Güneş’in yakın zaman önce kaybettiğimiz, değerlimiz Alev Alatlı üzerine dokunaklı yazısını, başarılı hikâyecilerimizden Naime Erkovan’ın “Klâsikleri Okuma Kılavuzu”nu, İstanbul aşığı Mario Levi’nin sanatını ve etkilerini özlü bir şekilde ortaya koyan Gülenay Börekçi’nin vefa yazısını, çalışkan araştırmacılarımız Necati Tonga ve Tahsin Yıldırım’ın Yahya Kemal’e dair son keşiflerini ve A. Ali Ural’ın Türkçemizin lezzetini odağa alarak Refik Halid Karay’la ilgili yazısını da okumayı lütfen ihmal etmeyin. Her biri apayrı değerlendirmeleri ziyadesiyle hak eden bu mühim ve dahi kıymetli yazıları ıskalamamak menfaatiniz icabı, benden söylemesi…

YENİ ŞİİR

Meraklısı farkındadır; şiiri hikâyeleştirerek uzunlu kısalı mısralarla şekilsiz ve ölçüsüz yeni bir biçime sokmak günümüzde iyice görünür/yayılan bir hal aldı. Görsel/neo epik vs. gibi kavramlarla karşılanan bu şiir denemeleri başta hoşuma gitmese de, geleneksel şiirimizin ahengini/tadını arasam da, akılda kalacak/yer edecek mısra sayısını azaltsa da alıştıkça sevdim bu şiiri. Bu tavır ve bakış değişikliğinde Buzdokuz dergisinin etkisini yadsıyamam.

Yerim dar, çok uzatmayayım… Buzdokuz’un mart sayısındaki Ertuğrul Rast imzalı ‘Hiroo Onada’ başlıklı şiirini okumanızı öneririm. Ben ne kadar uzun uzun anlatmaya çalışsam da bu yeni şiiri, sözlerim yeterli olmayacak. Anlatılmaz, yaşanır ve bundan dolayı okumak icap eder diyorum o yüzden (Ertuğrul Rast, Hiroo Onada, Buzdokuz, Ocak-Mart 2024, sayı:21, Sf. 18-19)

(Bu yazı “Türk Edebiyatı” dergisinin Nisan 2024 tarihli 606.sayısında yayınlanmıştır.)

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.