“SEMA SAFA, CANA ŞİFA, RUHA GIDADIR”

Erol Sunat

Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Müdürü ve Postnişin Fahri Özçakıl, geçtiğimiz hafta yapmış olduğu bir açıklamasında, “Günümüzde Semanın sadece vitriniyle uğraşıyoruz, yani semanın sadece görünen yüzüyle uğraşıyoruz, vitrine değil öze bakılmalı” derken, vitrine bakmakla, öze bakmak arasındaki o ince çizgiye vurgu yapmıştı.

Vakit, vefa vaktidir denmişti. Denmişti lakin, vefa vitrinlerde! Sema vitrinlerde!

Ne işleri var vitrinde?

 “Sema safa, cana şifa, ruha gıdadır” deyişini bilirsiniz. Bu güzel deyiş, semanın özünü, ruhunu, ne anlama geldiğini, ne demek istendiğini ortaya koyar.

Semayı izleyenlerde bir türlü anlatamadıkları rahatlama, manevi huzur, ruhun rahatlaması, kalplerin yumuşaması, gözlerin dolması sema ile oluşan atmosferin insan ruhuna doğrudan etkisidir.

Sema gösterilerinin huşu içinde izlenmesi, o derin sessizlik, o suskunluk öze bakanların halini ortaya koyar.

Sema, semazenlerin Allah aşkıyla, pervane misali vuslata doğru yürümeleridir.  O dönüş, Hak aşkına, Hak narına doğru yapılan bir dönüştür.

Asla ve asla şov değildir! Bir sahne gösterisi olarak değerlendirilmesi, sema konusunda bilgi sahibi olunmadığını gösterir.

Gerçek bir sema izleyenlerin, o semadan etkilenmemeleri mümkün değildir. Çünkü, gerçek Sema, rastgele ve en olmayacak yerlerde icra edilmez. Semazen, aşkla ve huşuyla adeta kanatlanıp, uçar gibidir. Onun içindir ki, gerçek semazen, eğlence mekanlarında sema yapmaz! Gerçek semazen, haddini, hududunu bilendir. Allah’tan korkusu olandır! Edep ve adap dairesinin içinden çıkmayandır!

Eğer özle değil de vitrinle ilgiliyseniz, vitrin sizin için reklam demekse, sünnet merasimlerinde, düğün-derneklerde, maalesef bazı turizm mekanlarında, içkili meclislerde, gösteri niyetine, para kazanma adına sema gösterileri sunmaksa, bunun semanın özüyle, semayla, semazenlikle, Hz. Mevlana’ya saygı duyuyorum, onu çok seviyorum demekle uzaktan-yakından bir alakası yoktur.

 

BANA NE ÖZDEN, SÖZDEN, DİYENLERE DÖNMÜŞÜZ!

Bizler ne yazık ki, göze hitap eden, cafcaflı sözlere itibar eden ne varsa onun peşindeyiz.

Öze inmenin, ruha dokunmanın o mistik atmosferine olan ilgimiz, sadece dilimizde.

Öze inmek konusunda o kadar ilgisiz davranışlara sahibiz ki,

Şu dönenler daha ne kadar dönecek diyenleri mi ararsınız,  ben buraya sırf filancadan ilahi dinlemeye geldiydim diyenleri mi, az biraz seyrettim, daral geldi, sıkıldım, attım kendimi dışarı diyenleri mi?

İşte onun içindir ki; Öze bakmamız gereken bizler ne yazıktır ki, vitrine bakmaya vurgunuz!

Sema, “Falanca yerde sema gösterisi varmış, hadi oraya gidelim, biraz kafamız dağılsın” diye izlenecek, gidilecek bir gösteri değildir.

Mevlaneleri gördük, ikide ilahi dinledik, valla-billa ağladık arkadaş diye anlatılacak bir olay hiç değildir. Bugüne kadar, doğru-düzgün anlatılamayan bir konudur sema.

Semayı dışarıdan gelenlere anlatmak için sarf edilen çabanın, çeyreğini de keşke semayı insanımızın ruhuna işleyecek kadar anlatabilmek ve öğretebilmek için harcayabilseydik!

Görülen o ki, bu eksikliği fark edememiş olma halimiz halen devam ediyor!

Daha ne yapalım? Biz elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık! Bu kadar oldu! Bundan fazlası da olamazdı zaten! Diyenler olabilir.

Yapılan yanlışlıkları, hataları biliyoruz, 18 Aralık’tan itibaren yeni bir sayfa açtık, açıklamalarını bugüne kadar dinleye dinleye geldik!

Lakin; “-ecek” ve “-acak” diye sonlanan cümleler, bir türlü hayata geçemedi. Her, Şeb-i Arus sonunda, verilen sözlerin bu kaçıncı unutuluşu, demekten kendimizi alamadık!  

 

SEMANIN ÖZÜNÜ VE RUHUNU ANLATAMADIK!

Semanın ruhunu, özünü, ulviliğini kendi halkımıza bir türlü anlatamadık,  semayı halka indirmeyi, semanın özüne inmek, semaya yolculuk yapmak olarak değil, ayın ya da haftanın belirli günlerinde onlara sema izlettirmek olarak algıladık. Ve bu algı bugüne kadar böyle oluştu geldi.

İnsanlar, Mevlana’ya değil, semaya geliyorlar gibi hiçte hoş olmayan bir algı oluşmaya başladı.

Mevlana’dan ziyade semaya, semadan ziyade ilahi dinlemek için gelen insanlara dönüştük.

Bizi, bu yanlış vitrin, bu yanlış vitrini ortaya sürmek mahvetti. Şimdi geri dönülemiyor.

Yurt dışından gelen ziyaretçilerin yarısı kadar bilgiye sahip olmadan program izliyoruz!

Mevlana olmasa, ne semanın, ne ilahilerin, ne Şeb-i Arus’un bir değeri, bir anlamı olmazdı, kalmazdı diyemiyoruz!

İşleri öyle bir noktaya getirmişiz ki, işin içinden çıkılamıyor.

17 Aralık yalnızca ve sadece Şeb-i Arus’a ayrılan bir gün olamıyor! Bu soru yıllardan beri cevapsız!

Hz. Mevlana’nın düğün günü dediği o manevi güne, keşke, kendi düğün günümüz saydığımız açılışlarımızı koymaktan vazgeçsek, keşke, bu düşüncemizden rücu etsek!

Şeb-i Arus günü olan 17 Aralık gününü eskiden olduğu gibi yine yalnızca ona ve sevenlerine bıraksak!

Keşke, 17 Aralık gününü kendi elimizle sabote ettiğimizin bilincine varabilsek!

Keşke o gün vitrine çıkmaktan, vitrinde olmaktan, vitrine ait karelere girmekten vazgeçsek de, Hz. Mevlana’yı huşu içerisinde anmaya çalışsak ne kaybederiz? Kıyamet mi kopar?

 

VUSLAT LOKOMOTİFİ!

Vuslat lokomotifi, 2007 yılından bu güne gözlerimizin önünde defalarca istasyondan istasyona gitti geldi.  Anadolu’nun meşhur sözlerinden, “Göç gide gide düzelir!” sözü gerçek olur, gerçekleşir diye beklendi, ancak beklenen olmadı! Vuslat lokomotifi, istisnasız her istasyonda duracak, en azından yarım elma gönül alma babından, hatır-gönül alma meselesini ihmal etmeyecekti.

Her istasyonda durdu lakin, durması gereken gönül istasyonlarında durmak gibi bir güzelliği ne kendine, ne de bizlere yaşattı!

Hatasıyla, sevabıyla, günahıyla, sevinciyle ve burukluğuyla 12. yılın içindeyiz!

Gönül kırgın, dil suskun, gözler umutla umutsuzluk arası bakıyor olup-bitene!

Gönül umduğuna küser demişler ya…

O küsülenlerin, keşke o kırgın gönüllerden bir haberi olsaydı, keşke dinleme zahmetinde bulunsalardı, keşke ben bilirim havalarında dolaşmasalardı, keşke yanlış denilenlerden, yanlış yapılanlardan ders çıkarıp, hatasından dönenlerden olsalardı!

Biraz incinmiş, biraz kırgın, biraz da isteksiz bir hal var üzerimizde…

Vuslat kaldı bir başka bahara diye diye, geçiriyoruz vuslatları!

Hal bilinmezse, yol bilinmezse, dil bilinmezse, iz bilinmezse, derdimizi dinleyen de bulunmazsa, gönlümüzü kime açalım, kime ne anlatalım, kime neyi duyuralım?

Aylardan Aralık,

Hava soğuk,

Hava ayaz,

Güneş çıkmış, keşke ısıtsa biraz! 

Sabahlar sisli,

Sokaklar kömür kokulu, isli.

Vuslat lokomotifi çıktı geldi yine… Bu sefer vefa vakti diye.   

Ah vefa ah! Dudaklarımızda “Neredesin sen!” sözcükleri dolaşıyor.  Vefa nerede kaldı diye gözlerimiz seni arıyor, köşede bucakta.

Vefayı gören var mı? Vuslat lokomotifinden indi mi? İnmedi mi?

Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin, Mevlana’ya vefa, Sema’ya vefa, Şeb-i Arus’a vefa kayboldu! Gören, bilen, duyan varsa vuslat aşkına, vefa vakti aşkına haber verilmesi önemle rica olunur!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.