ŞEYH GÂLİB VE HÜSN-Ü AŞK

Mustafa Atikebaş

Şeyh Gâlib’in yaşadığı dönem imparatorluğun zor zamanlarına rastlar. Doğduğu yıl (1757) III. Osman ölmüş, yerine III. Mustafa tahta çıkmıştı. 1774’teki Küçük Kaynarca Muahedesi, Hüsn-ü Aşk’ı yazdığı yıl (1782) gerçekleşen Büyük Cibali Yangını gibi hadiseler devleti gerek siyasi, gerekse toplumsal olarak çıkmaza doğru sürüklüyordu. Nihayet 1789 yılının temmuzunda Fransız halkı Bastille Hapishanesi’ni ele geçirmişti. Aynı yılın mart ayında ise hem devlet hem de Şeyh Gâlib için oldukça mühim rolü olacak bir padişah tahta çıkmıştı: III. Selim. Kuvvetli bir bestekâr ve şair olan padişah, Mevleviliğe olan sempatisi sebebiyle ilerde Galata Mevlevihanesi’ ne şeyh olacak Galip Dede ile sıkı bir dostluk içindeydi. 
Genç Galib, erken yaşlarda Arapça ve Farsçanın yanında Çağatay Lehçesini de öğrenmişti. En büyük arzusu Mevlana Dergâhında yetişmekti. Bu amaçla 1784 yılında Konya’ya gitti. Fakat babasının isteğiyle İstanbul’a geri döndü ve bin bir günlük çilesini Yenikapı Mevlevihanesinde tamamlayarak “Dede” ünvanını aldı. Divanını tertip ettiğinde yirmi dört, Hüsn-ü Aşk’ ı yazdığında yirmi altı yaşındaydı. Bu kadar genç yaşta bütün klasik şiirimizin en büyük eserlerinden birini yazmış olma mazhariyeti yalnızca eğitimle açıklanamazdı. Şiir, damarlarında dolaşıyordu adeta. Ziya Paşa’nın söylediği gibi:
Gelmişdir o şâir-i yegâne
Güya bu kitâb içün cihâne
Divan şiirinin belki de en çok eleştirilen tarafı şairlerin hayattan kopuk olmaları (ne demekse!), saraya fazlasıyla itibar etmeleri ve sanatlarını bir övgü seviyesine indirmeleridir. Hâlbuki onlar da acı çeken, hisseden ve hissettiren, gülüp ağlayan, sevip sevilen insanlardı. Bütün o dudak bükmelere, hor görmelere, görmezden gelmelere, hatta yok saymalara rağmen selefleri Fuzûlî, Bâkî, Nâbî, Nef’î, Nedim gibi Şeyh Galib de şiirimizin mücevherlerindendir. Öyle ki, parıltısı bir zamanlar Cevahir Minaresinde parıldayan İran elmasları gibi dilimizin hamuruna karışmış halde capcanlı durmaktadır.
Şeyh Gâlib’in şiiri yalnızca yaşadığı döneme değil, geleneğe de bir meydan okuyuştur:
Zannetme ki şöyle böyle bir söz
Gel sen dahı söyle böyle bir söz
Hüsn-ü Aşk’ın içinde eserin yazılma sebebi de anlatılır: Divan şairlerinin şiirlerinin okunduğu bir mecliste o gün Nâbî’nin “Hayrabad” ı okunmaktadır. Şairi methiyelerle andıktan sonra birisi onun gibi büyük bir şairin bir daha gelmeyeceğini ve “Hayrabad” seviyesinde bir eser de yazılamayacağından söz edince Şeyh Galib, -kendi ifadesiyle imtihan edildiğini düşünerek- Nâbî’nin şiirlerini aşırma yoluyla yazdığını ve şiirde yeni bir yol açmadığını büyük bir cüretle savunur. Meclistekilerin bu seviyede bir eser yazmasını teklif etmeleri üzerine bu iddiayı kabul eder ve kısa bir süre sonra da “Hüsn-ü Aşk” ı yazar.
Gerçekten de divan şiiri on sekizinci yüzyılın ortalarında o bilindik sesini kaybetmiş gibidir. Bir zamanlar “Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur” ya da “Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı” gibi temiz ve saf Türkçe mısralar yerini Arapça ve Farsça ağdalı terkiplere, garip mazmunlara; daha sonra yeni örneklerini Servet-i Fünûn döneminde göreceğimiz anlaşılmaz imajlara bırakmıştır. İşte Hüsn-ü Aşk, bütün bu pürüzleri dil denilen zımparanın dokunuşlarıyla ortadan kaldıran bir eserdir; “eser-i aşk”tır.  
Uzun süre Galib Dede ve şiiri üzerinde durulmadı. 1996 yılında Beşir Ayvazoğlu’nun gayretleriyle düzenlenen “Şeyh Galib Günleri”nde büyük şair, III. Selim’in Suzidilara Mevlevi Ayini eşliğinde anıldı. Türk edebiyatında Abdülhak Hamid, Ahmet Haşim, Tanpınar, Asaf Halet Çelebi, Turan Oflazoğlu, Sezai Karakoç, Hilmi Yavuz ve Orhan Pamuk gibi pek çok yazar ve şairi derinden etkileyen şairin harikulade bir biyografisi de o günlerin hatırası olarak kaldı: Kuğunun Son Şarkısı. Beşir Ayvazoğlu yazdığı biyografide,- Zweig’in yaptığı gibi- ele aldığı sanatçıyı yalnızca “Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri” şeklindeki kalıpla değil, kendi ifadesiyle sanatçıya “yeni bir hayat” bahşedecek biçimde yazmıştı. Mitolojiye göre kuğular ölmeden hemen önce son bir şarkı söylerlermiş. Son bir gayret, son bir çırpınış da diyebiliriz buna. Divan şiirinin ölmeden evvelki son şarkısını söylemek Galib Dede’ye nasip oldu.
Hüsn-ü Aşk, tasavvufi aşka ulaşmanın zorluklarını alegorilerle anlatan iki bin kırk bir beyitlik bir mesnevidir. Hüsn(güzellik), Aşk, Gayret, Sühan, Aşkar gibi sembolik kişiler üzerinden dervişin, başka bir ifadeyle “insan”ın macerasını dile getirir. Genceli Nizami’nin açtığı mesnevi geleneği bu kitapla son bulacaktır. Gerçi Şeyh Galib bunu da kabul etmez. Şiirin hazinelerini kendisinin açıp yine kendisinin kapattığını söyler:
“Gencînede resm-i nev gözetdim
Ben açdım bu genci ben tüketdim”
Şeyh Gâlib, kırk iki yaşında hayata gözlerini yumduğunda Galata Mevlevihanesinin ‘Hâmuşân” ehline karışır; çok sevdiği Mevlana gibi. Şiir söyledi ve sustu. Bizim son sözümüz ise:
Hoşça bak zatına…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.