ŞİİR DAİMA

Mustafa Atikebaş

Önce şiir vardı. Tüm medeniyetler, ilk eserlerini manzum olarak söylediler. Sözün ritimli oluşu ezberlemeyi kolaylaştırıyordu çünkü. Yazı ile kayıt altına alınmıyordu henüz sözler. Efsaneler, destanlar, halk hikâyeleri hep bu anlayıştan neşet etti. “Söz uçar, yazı kalır” diye bir özdeyişimiz var. Biz bu özdeyişi hep yazının lehine, sözün geçiciliğini vurgulamak için kullanırız. Başka bir gözle bakalım: Yazı, sözü saklayabildiği gibi dondurur da. Hâlbuki söz kanatlanmak ister. Sözün uçmasını böyle de anlamak mümkün. Yazı öncesinde, sözün uçabildiğini, yazıyla birlikte bu özelliğini kaybettiğini düşünebiliriz pekâlâ. Yazıdan önce, düşünceyi saklama vazifesi hafızaya aitti. Dilden dile, nesilden nesle aktarılan bütün sözler hafızaya emanetti. Şiir,  yazılmaktan çok söylenmeye mütemayildi.
Hamlık, tamlığa mani olmadığı gibi, belki de tamlığın zorunlu sebebidir. İnsanla medeniyet arasında bu bağlamda pek çok müşterek bulabiliriz. Medeniyetlerin ilk çağlarında (hamlık dönemi) nasıl şiir ön planda ise, insan da genellikle ilk gençliğinde şiirle başlar duygularını ifade etmeye. Bu durum şiirin yalnızca gençlik dönemi hevesi olduğunu göstermez. Şiirle müspet bir ilişki kurabilen insan, sonraki dönemlerinde de bu ilişkiyi devam ettirebilir. Belki de annelerin, henüz bebeklik döneminde kulağımıza fısıldadığı ninnilerin payı vardır bu erken şiir tutkusunda. Henüz konuşamayan, kendisini dille ifade imkânından mahrum olan bebek, bu yönüyle varlığın gizemine daha yakındır belki de. Bazı dilbilimciler dilin bir hapishane olduğundan bahseder. Suya şekil veren bir kap gibi dil de düşüncelerimize şekil verir. Konuşmaya ve düşünmeye başlayan insan artık dil hapishanesinin izin verdiği ölçüde yararlanabilir bu hazineden. İçinde hazine barındıran bir hapishane… 
Şiir, mümkün olanın sınırlarını sonuna kadar zorlar. Bu yönüyle hiçbir edebi tür şiirle boy ölçüşemez. Kur’an’ın dili şiir değildir belki, fakat şiirimsi/şiirsel olmadığını söyleyemeyiz. Müslüman şairler, kutsal kitabın taklit edilemeyeceğini biliyorlardı şüphesiz. Ama Kur’an’ın ahengi, anadili Arapça olmayanları dahi ilk anda çarpan, çoğaldıkça içine çekildiğimiz bir anafor gibi sarıp sarmalayan üslubu şiir telakkileri üzerinde önemli rol oynamış olmalı. Türk-İslam medeniyeti ilk ve en güzel ürünlerini şiir türünde verdi. Hoca Ahmet Yesevi’nin dörtlükler halinde ve hece vezniyle söylediği “Hikmet”leri birkaç yüzyıl sonra Anadolu’da, Yûnus Emre’nin dilinde ve bu sefer “İlahi” formuna büründü. Daha sonra, Arap ve Fars şiiriyle kurulan temas neticesinde beyitle söylenir oldu şiirler. Hece ölçüsü ile beraber aruz ölçüsü de kullanılmaya başlandı. Form/şekil/biçim değişiyordu fakat ruh aynıydı. Türkçenin asırlar boyu değişen, farklılaşan ama asıl ‘ses’ini kaybetmeyen yapısı,  şairler arasında ortak bir anlayışın varlığını temin ediyordu. Halk şairi ve Divan şairi, birbirlerinden o kadar farklı temaları, bambaşka aletlerle (ilkinde hece ölçüsü, dörtlük, yarım kafiye; ikincisinde aruz vezni, beyit, tam ve zengin kafiye) kullanmalarına rağmen söyledikleri şiir aynı sesin değişik yankılanmaları gibiydi. O ses, “Türkçe”nin sesiydi. On dokuzuncu yüzyıl boyunca halk şiiri ile divan şiirini birbirinin rakibi gibi gösterme çabaları dilin asıl sesini kaybetmesinin yol açtığı boşluğu doldurma çabası olarak okunmalıdır. Türkçe’ye, önce Farsça’nın, sonra Fransızca’nın haddinden fazla müdahale ettiği dönemlerden sonra şairler kaybolan sesi yeniden bulmaya çalışacaklardı.
Edebiyat, milli bir sanattır. Şiir ise edebi türlerin en milli olanıdır. Doğrudan milli lisanın içinden doğar. Şiirin evrensel olduğu iddiası temelsizdir. Her dilin edebiyatında ortak, evrensel temler bulunması tabidir. Ne var ki bir bütün halinde şiirin evrensel değerler üretebilmesinin ön koşulu yine milli olmasıdır. Güzellik duygusu her lisanda, her ülkede makes bulur. Yine güzellik duygusu her lisanda, her ülkede yüzyıllar boyunca işlenen bir kültürün imbiğinden süzüldüğü için millidir, milli olmak zorundadır. Rilke, varlığı tâ derinlerinden kavrayan büyük şair, yalnızca kendi dilinde değil, şiirlerinin çevrildiği her dilde sevilmiştir. Fakat Rilke kimdir? Diye sorulursa hiç tereddütsüz Alman şairi deriz. Aynı şekilde Baudelaire, ülkesine ve insanına gülümserken de kin kusarken de tam bir Fransız’dır. Misaller çoğaltılabilir. Türkçe’nin kaybolan sesini bulmak Yahya Kemal’e nasip oldu. Aruz ve beyit, onunla birlikte son nefesini verdi. Ziya Gökalp, “Şiir devrinde şuur, şuur devrinde şiir susar” demişti. Türk şairi, milli mücadele dönemini sahnenin arkasından da olsa görmüştü. İlki Tanzimat döneminde olmak üzere Türk şiiri ikinci defa toplumsal olanın müdafaasına girişecekti. Şuur devri bitince Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Tanpınar, Dıranas gibi şairler –bu sefer hece vezniyle- son bir kez daha yokladılar sesi. Buldular da. Tâ ki Orhan Veli, şiiri gökyüzünden yeryüzüne indirinceye kadar. Merhum, hayatının baharında (36) ölmeseydi gerçek niyetini öğrenebilirdik. Çünkü “Garip” önsözünde açtığı yolun geçiciliğinden bahsetmişti. Fakat kuralsız yazma düşüncesi Türk şairini fazlasıyla cezbettiğinden oraya bakan olmadı. Böylelikle vezinsiz ve kafiyesiz şiirin önü alabildiğine açıldı. Has şiirin örnekleri giderek azalırken, artan şair sayısı ve şiirimsi manzumeler oldu. Çünkü kafiye ve vezin has şiire ulaşmada önemli malzemelerdi. Bunların yokluğunda şiire ahenk verecek yeni unsurlar bulmak gerekecekti. Attila İlhan, Sezai Karakoç gibi sayıları iki elin parmağını geçmeyecekler dışında bu tür şiiri has şiire yaklaştıran olmadı.
Bugünün Türk şairine düşen, kullandığı alet ve unsurlar ne olursa olsun, Türkçe’nin sesini yeniden bulma telaşı olmalıdır. Şiiri, yani “kanatlı söz”ü tekrar havalandırmaktır. Şair, arayan adam değil midir? Güncel olanın boğuculuğundan şiire sığınmamız gerek. Şiir, yaralanan ruhlara merhem olacak kabiliyeti haizdir. 
Daima.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.