Akış, 17-25 Aralık operasyonlarındaki hukuksuzlukları anlattı

Akış, 17-25 Aralık operasyonlarındaki hukuksuzlukları anlattı
AK Parti Konya Milletvekili ve MKYK Üyesi Mustafa Akış, soruşturma komisyonunda 4 bakanla ilgili dosyalardaki hukuki fecaatleri dile getirdi.

İŞTE AKIŞ'IN KONUŞMASININ TAM METNİ:

Sayın Başkan, değerli komisyon üyeleri uzunca bir zamandır çalışan komisyonumuzun bu son toplantısında hepinizi saygıyla selamlıyorum.

        Türkiye’nin en önemli ve tarihi süreçlerin yaşandığı bir zaman diliminde çok önemli bir görevi ifa eden ve tarihe de not düşecek olan komisyonumuzun vereceği kararın ülkemize ve milletimize hayırlar getirmesini temenni ediyorum.

        Soruşturma komisyonumuz bugüne gelinceye değin; kendisine verilen süre içerisinde gerçekleştirilebilecek titiz bir çalışmayı icra etmiştir. Özellikle komisyon başkanımız deneyimli bir hukukçu olarak komisyonumuza verilen görev ile alakalı meselenin özüne inmek için önemli bir çaba göstermiştir. Kendisine de bu gayreti nedeniyle şimdiden teşekkür ediyorum.

        Hepinizin bildiği gibi soruşturma komisyonumuzun konusu İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2012/120653 nolu ve 2012/125043 nolu soruşturma dosyaları merkezinde olmak üzere Sayın Zafer Çağlayan, Sayın Muammer Güler, Sayın Erdoğan Bayraktar ve Sayın Egemen Bağış hakkındaki iddiaların Anayasa’nın 98. ve 100. maddelerine göre; yine TBMM içtüzüğünün 107. ile 113. md. arasındaki düzenlemelere göre soruşturulmasıdır.

Yani soruşturma komisyonunun konusu kamuoyunun da ilgiyle takip ettiği ’’17 Aralık ve 25 Aralık süreçleridir’’

Değerli Milletvekilleri;

Soruşturma komisyonu için öncelikle şu hususu altını çizerek ifade etmek gerekir. Bu soruşturma komisyonu, hem olağanüstü bir dönemde görev ifa etmesi sebebiyle; hem de tek başına iktidarda olan bir partinin, kendi üyelerinin talebiyle, kendi bakanlarının soruşturulması özelliğiyle Türk siyasi tarihindeki diğer soruşturma komisyonlarından ayrılacak ve özel bir yer alacaktır.

Soruşturma komisyonları; yargı erkinin faaliyetleri içerisinde sayılan soruşturmanın yasama erki tarafından icra edilmesidir. Dolayısıyla kimilerinin iddia ettiğinin aksine soruşturma komisyonu faaliyetleri hiçbir zaman sırf “adli faaliyet” olmamış, aynı zamanda da “siyasal bir faaliyet” olarak yasamanın görevleri içerisinde yerini almıştır. 

Soruşturma komisyonları içeriği itibariyle yargısal bir konunun bir parçası gibi görünse de; siyaset kurumunun ikametgâhı olan TBMM çatısı içerisinde yer alması, üyelerinin siyasi parti gruplarından seçilen siyasetçiler olması ve fikirlerin de siyasal fikirlerinin içerisinden süzülerek serdedilmesi yani komisyonun öznesinin de siyasetçiler olması nedeniyle pek doğaldır ki yargısal yönü kadar siyasal yönü de ağır basmaktadır. Komisyon üyelerinin vereceği kararın yargısal sonuçları cari hukuka göre olacağı gibi, siyasi sonuçları da olacaktır. Bu yadsınamaz bir gerçektir.

Burada siyasal sonuç kavramından bahsedildiğinde sadece bir partinin lehine veya aleyhine sonuçlardan bahsedilerek dar yorumlama yapmak doğru değildir. Siyasal sonuçlar zaman zaman tüm milletin ve devletin lehine veya aleyhine sonuçlara da tahvil olabilir.

Bu yüzden soruşturma komisyonunun önündeki meseleye bakarken işin adli yönü ve siyasal yönü ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutularak karar vermesi gerekmektedir. 

Komisyonumuza verilen görevi adli pencereden irdelediğimizde karşımıza şu hususlar çıkmaktadır:

Meclis soruşturması kurumu hukuki niteliği bakımından değerlendirildiğinde; TBMM’nin meclis soruşturması önergesinin görüşmeleri sonunda, soruşturmaya gerek olup olmadığına dair vereceği karara kadar geçen safha genel suçların adi takibindeki “hazırlık soruşturması” aşamasına benzemektedir. TBMM’nin meclis soruşturması açılmasına karar vermesi üzerine soruşturmayı yürütecek komisyon aşaması “ilk soruşturma” aşamasına benzemekte, yüce divana sevk kararı da “son soruşturmanın açılması kararı” özelliğini taşımaktadır.

Yani soruşturma komisyonunun yargı görevi, suçların takibinde savcılık makamının yaptığı yargısal faaliyet ile aynıdır.

Soruşturma komisyonumuzun esasını İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2012/120653 nolu ve 2012/125043 nolu soruşturma dosyaları oluşturmaktadır.

Söz konusu dosyalardan 2012/120653 nolu dosya incelendiğinde; soruşturmaya bir e-posta ihbarı üzerine başlanılmıştır. Suç vasıflandırılmadan önce toplanan bilgilerden haklarında ihbar bulunan şahıslardan bir kısmı ile ilgili olarak KOM Daire Başkanlığı ve Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nün raporlarının bulunduğu, ayrıca aynı kişiler ile ilgili olarak MASAK Başkanlığı’nın raporunun bulunduğu gerekçeleri ile kişilerin kaçakçılık, suçtan elde edilen mal varlığının aklanması suçlarını işledikleri iddiası ile CMK 135. md. kapsamında teknik takip çalışmalarına başlanıldığı, yapılan çalışmalarda kişilerin suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve rüşvet suçlarını da işlediklerine dair delillere rastlandığı gerekçesi ile sonraki süreçte bu suçlarla ilgili olarak da iletişimin denetlenmesi kararı alınması yoluna gidildiği anlaşılmıştır.

Anılan bu soruşturma sırasında;

İran’ın nükleer programının uygulanmasının engellenmesine sağlamaya yönelik olarak ekonomik ambargo uygulandığı, bu çerçevede İran’ın ihracatı ve ithalatının kısıtlandığı, İran asıllı Türk Vatandaşı Rıza Sarraf’ın 01.07.2013 tarihine kadar İran’ın ithaline izin bulunan altını, bu tarihten sonra da gıda ve ilacı Türkiye’den ve Dubai’den İran’a ihraç ederek, ihraç ettiği malların bedelinin İran Merkez Bankası’nın Halkbank nezdinde açılan hesaptan ödenmesini sağladığı, Türkiye’nin ihracat rakamlarını ciddi olarak etkileyecek boyutta ihracat yapan şahsın bu ticari faaliyeti yürütürken Meclis soruşturma Komisyonumuzca soruşturulan bakanlara menfaat temin ettiği iddia edilmiştir.

Burada öncelikle İran’a dönük ambargo kararlarının içeriği irdelenmelidir. İran’ın dışarıya mal satması ve dışarıdan mal ithali engellenmiş olmakla birlikte petrol ve doğalgaz ihracına izin verilmiş bulunmaktadır. Türkiye, petrol ve doğalgaz ihtiyacının önemli bir kısmını İran’dan ithal ettiği petrol ve doğalgaz ile karşılamaktadır. Ancak uygulanan yaptırımlar gereği Türkiye’nin İran’dan satın aldığı petrol ve doğalgazın bedeli İran Merkez Bankası adına Halkbank nezdinde açılan hesaplara yatırılmaktadır. Keza Hindistan’ın 2011-2013 yılları arasında İran’dan ithal ettiği petrolün bedeli ve Avrupa ülkeleri ile Japonya’nın İran’dan ithal ettikleri petrol ürünlerinin bedelleri de 2012-2013 yıllarında söz konusu hesaba yatırılmıştır. İran Merkez Bankası Halkbank nezdindeki hesapta biriken tutarları ülkesinin ithaline izin verilen ürünlerin bedellerinin ödenmesinde kullanmaktadır.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2012/120653 nolu dosyasının şüphelisi Rıza Sarrafın 1 Temmuz 2013 tarihine kadar altın ihracı için yaptığı işlemlerde, bu tarihten sonra da yaptığı ilaç ve gıda ihracı için yapılan işlemlerde hukuka aykırı herhangi bir yön bulunmamaktadır. İran Merkez Bankası’nın Halkbankası nezdindeki hesabı üzerinden İran’a yapılan ticaret sadece anılan şahsın değil; bunun yanında bir çok başkaca şirket ve şahısların da iştigal ettiği bir konudur. Bir kişinin en önemli gelir kaynağının İran ile yapılan ticarete dayalı olmasının, gelirin suçtan elde edildiği iddiasına haklılık kazandırmayacağı açıktır.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2012/120653 no’lu soruşturması sırasında izlenen delil toplama yönteminin de komisyonumuzca irdelenmesi gerekmektedir. Öncelikle ifade etmek gerekir ki; anılan soruşturmanın başlamasıyla ilgili olarak net bir olay bulunmamakta, somut bir vakıaya dayanmaksızın belirtilen şüpheler ve isimsiz ihbarlarla soruşturmanın başlatıldığı anlaşılmaktadır.

2007 yılında yapılan uyuşturucu operasyonu sırasında elde edilen telefon görüşmelerinden hareketle bir takım şüphelerden ve 2008 yılında ise isimsiz bir ihbar mektubu alındığından, yine aynı yıl bir MASAK raporunun hazırlandığından bahsedilmekte ve bunlar soruşturmanın dayanağı olarak zikredilmektedir. Ancak ne yazık ki 2008 tarihinde gelişen bu hadiseler üzerine 2012 yılına kadar herhangi bir yasal işlem yapılmamıştır.

Ayrıca çarpıcı bir husus yine 2012 yılında hakkında soruşturma açılan kişilerin tamamının telefon numaralarını da barındıran bir isimsiz ihbar faksının da dayanak teşkil ettiği görülmektedir. Bu örnek gibi soruşturma başlangıcında e-mail ve faks ihbarlarında şüphelilerle ilgili olarak telefon numaralarına kadar her türlü detay bildirilmiştir. Bu durum kolluk tarafından istihbari dinlemeden elde edilen bilgilerin veya hukuka aykırı yollarla elde edilen delillerin isimsiz ihbarlar yoluyla adli soruşturmada kullanıldığını göstermektedir.  Ayrıca 1 Ağustos 2013 tarihli ihbarın yapıldığı IP adresinden daha önce başka konularda 12 kez daha ihbar yollandığı bir vakıadır. İsimsiz ihbarların kim tarafından yapıldığı dahi araştırılmaksızın soyut ihbarlar içeriği doğru deliller olarak kabul edilmiştir. Diğer taraftan ise isimsiz ihbarlar kısmen kullanılmış kısmen ise göz ardı edilmiştir. İsimsiz ihbarlarda altın ihracı meselesinin ucunda uyuşturucu baronları ve PKK olduğu ileri sürülmesine rağmen bu husus hiç dikkate alınmamış, soyut olan iddialar arasında keyfi bir biçimde ayrıma gidilmiştir. Ancak soruşturma sürecinde dayanak ihbarlarda bahsedilen uyuşturucu ve PKK gibi iddialarla ilgisinin bulunmaması karşısında yapılan ihbarın sıhhati hiç tartışma konusu edilmemiştir. Bu durum söz konusu ihbarların hukuka aykırı yöntemlerle elde edilmiş bilgileri delil olarak bir soruşturmanın başlangıcında kullanmak amacıyla özel olarak hazırlandığı şüphesini kuvvetlendirmektedir.      

Bir diğer dikkat çekici husus ise kolluğun soruşturmaya başlamak için savcıya haber vermesi gerekirken bunu yapmayıp, tespit edilemeyen bir süreden sonra durumu Başsavcılığa bildirmesidir. Nitekim 18 Temmuz 2012 tarihli isimsiz ihbardan, soruşturmanın başlangıç tarihi olan 13 Eylül 2012 tarihine kadar neden beklendiği ve o arada ne yapıldığı belirsizdir.

Dosyadaki bir diğer çarpıklık ise soruşturmanın başlamasından bir gün sonra başka yolla delil elde edilemeyeceği cihetiyle iletişimin tespiti tedbiri talep edilmiş ve bu talebin de İstanbul 5. Sulh Ceza Hakimliği tarafından kabul edilmiş olmasıdır. Böylelikle soruşturmanın başladığı günün hemen ertesinde, başka yolla delil elde edilip edilemeyeceği hiçbir biçimde değerlendirilmeden doğrudan son araç niteliğindeki koruma tedbirlerinin uygulandığı görmekteyiz. Ayrıca bu tedbirler sürekli bir biçimde uzatılarak keyfi biçimde sonsuz ve süresiz biçimde iletişimin tespiti ve teknik takip uygulanması gibi kabul edilemez bir sonucu ortaya çıkarmıştır. Buna bir örnek olarak 17 Eylül 2012 tarihinde verilen ilk dinleme kararı, ikinci kez 14 Mart 2013 tarihinde uzatılmıştır. Kararın ilginç yanı ise söz konusu kararın “17 Mart tarihinden itibaren bir ay daha uzatılmasına” şeklinde verilmiş olmasıdır. Yani hakim bir hafta sonrasına ilişkin suç şüphesinin bulunduğu veya başka şekilde delil elde etme imkanının yokluğunu denetlemek gibi insanüstü bir imkana kavuşmuştur.

Ayrıca soruşturma dosyasında İstanbul 34. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından 9 Temmuz 2013 tarihli kararda 4 Temmuz 2013 tarihinden itibaren iletişimin tespiti kararı verilerek, geçmiş tarihli denetleme kararı dahi verilebilmiştir.

Soruşturma süresince soruşturulacak kişileri belirleme yöntemi ilk dinleme faaliyetinde şüphelilerle konuşan kişilerin de şüpheli sıfatıyla iletişiminin tespiti şeklindedir. İki yıllık zaman dilimi içerisinde tanıklıktan çekinme hakkı olduğu için kaydedilmesi yasak olan kişilerle iletişimler de dahil, her türlü görüşme kaydedilmiş, ardından da bu kişilerin de şüpheli olduğu gerekçesi ile haklarında karar alınmıştır. Dinleme kararı alınanlardan sadece 32 tanesi şüpheli olarak zikredilmiş, ancak buna karşın 100’den fazla kişi hakkında 300’den fazla numara hakkında dinleme kararı alınmıştır.

Soruşturma süresince, kolluğun suç olarak nitelendirdiği pek çok durumla karşılaşılmış olmasına rağmen sürece müdahale edilmemiş olması ve suçun işlenmesinin önlenmemiş olması da dikkat çekicidir. Kolluğun anlatımına göre Nisan 2013’te tüm şüpheliler tespit edilmiştir. Bu tarihten sonra örneğin 30 Ağustos 2013 tarihinde Zafer Çağlayan’a gönderildiği ileri sürülen ve rüşvet olduğu iddia edilen paraya hiç müdahale edilmediği gibi, Atatürk Havalimanı sonrasında takip dahi yapılmamıştır. Ekim 2013’te Muammer Güler’e gönderildiği ileri sürülen ve rüşvet olduğu iddia edilen paraya müdahale edilmemiş olması manidardır. 2013 Nisan’ında tüm şüphelilerin tespit edildiğini kendi dosyası ile itiraf eden kolluğun, bu tarihten sonra halen teknik takip ve iletişimin tespiti faaliyetlerine devam etmesini makul görmek ancak ve ancak hukuksuzluğu himaye etmek demektir. Günümüzde ceza yargılamasının amacı, keyfi kararların verilmesi değil; maddi gerçeğe ulaşılmasıdır. Fakat her şeye rağmen ve ne pahasına olursa olsun maddi gerçeği elde etmek değildir. Ceza yargılamasında maddi gerçeğe ulaşmak amacıyla sınırsız, hukuk kurallarına aykırı yöntemler izlenemez. Dolayısıyla ceza yargılamasına ters düşülerek elde edilen delillerin, soruşturma komisyonumuzca değerlendirmeye alınmaması gerekir. Hukuka aykırı delil kavramı sadece hukuka aykırı elde edilen ilk delili değil; bu delil vasıtasıyla elde edilen diğer delilleri de kapsar. Ceza yargılaması hukukunda ihlal edilen hak ile bu yolla elde edilen yararın mukayesesi suretiyle kamu yararının gözetilmesi ve kamu düzeninin korunmasının sağlanması anlayışı her olaya göre değişen, keyfi uygulanacak ve hukuka aykırı delillerin yargılamada kullanılamayacağı esasını ihlal eden bir sonuca kendiliğinden varacaktır.

Delilerin toplanmasında izlenen hukuka aykırı yöntem soruşturma komisyonumuzun yine esasını oluşturan bir diğer soruşturmada, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2012/125043 nolu soruşturmasında da aynen tekrarlanmıştır. Yine isimsiz soyut ihbarlar, yine bu ihbarlara dayanarak alınan hukuksuz iletişimin tespiti kararları hadiseleri anılan soruşturmada da cereyan etmiştir.

Komisyonumuz kararını verirken tüm üyelerce önümüze koyulan bu delillerin ne denli sıhhatli olduğunun ve bahsettiğim hukuka aykırı yöntemlerin hangi amaca matuf olarak gerçekleştirildiğinin tefekkür edilerek karar verilmesi gerekmektedir.

 

Değerli milletvekilleri;

Konuşmamın başında da ifade ettiğim gibi meclis soruşturma komisyonlarının vereceği kararlar aynı zamanda da siyasal kararlardır ve bu kararlar ülkenin siyasi konjöktürünü de yakından ilgilendirir.

Soruşturma komisyonumuzun konusu kamuoyunun da ilgiyle takip ettiği ’’17 Aralık ve 25 Aralık süreçleridir’’

Pekiyi nedir 17-25 Aralık ?

17-25 Aralık; soruşturmayı başlatanlar ve onun propagandistlerinin iddia ettiği gibi masum bir yolsuzluk soruşturması ve bir şeffaflaşma gayreti midir ?

        Yoksa siyaseti dizayn etme, algı yaratma, psikolojik bir harekat ve devamında milli iradeye ve onun seçtiği hükümetine bir darbe teşebbüsü müdür ?

        Gerçekten de komisyonumuz kararını verirken bu sorunun cevabını öncelikle araştırmalıdır. Bu soruya verilecek cevap eğer ikincisi ise soruşturma komisyonu, alacağı muhtemel kararlarla darbe teşebbüsünü meşrulaştırma neticesinin ortaya çıkma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. O yüzden komisyon için en elzem husus bu sorunun cevabına ulaşmaktır.

        Komisyonumuzu yakından ilgilendiren bu sorunun cevabını bulmak için biraz Türkiye demokrasi hayatının tarihsel gelişimine, biraz 17-25 Aralık süreci ile birlikte başka hangi gelişmelerin ülkede yaşandığına, biraz da 17-25 Aralık soruşturmasını gerçekleştirenlerin intisap ettiği başı bozuk sisteme bakmak gerekecektir.

        Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihi aynı zamanda da bir demokrasi mücadelesi tarihidir.

1921 Anayasası’nın 1. Maddesi ‘‘Hakimiyet bila kayd-ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir’’ diyerek bir cumhuriyet ve demokrasi açılımı yapmış ve 1924 Anayasası’nın 3. ve 4. Maddeleri de bunu devam ettirmiştir. Gerçekten de 1924 Anayasası’nın 3. Maddesinde ‘’Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’’ denilmiş; 4. maddesinde de çok çarpıcı bir biçimde “Türk milletini ancak TBMM temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır’’ denilmiştir. Böylece olağanüstü savaş koşulların hemen devamında ilan edilen çok genç bir cumhuriyetinin yeni anayasasında; sanki yüzyıllar boyu gelişmiş bir demokratik olgunluk sahibiymişcesine TBMM dışında millet adına egemenlik hakkı kullanacak başka hiçbir aracıya imkan tanınmamıştır.

        Anayasal açıdan bu demokrat bakış açısı maalesef demokrasi tarihimizin en kara lekesi ve bugün bile hangi demokrasi dışı müdahaleyi irdeleseniz  o günlerin zihin kodlarını bulabileceğiniz 27 Mayıs gerçekleşmiştir. Okul kitaplarında özgürlükçü bir anayasa olarak yutturulmaya çalışılan 1961 Anayasası “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” demekle birlikte “Türk milleti egemenliğini Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır” diyerek; maalesef egemenlik hakkına bir kayıt ve şart getirmiş ve TBMM dışında egemenlik hakkını evrensel hukuk değerlerine ve demokrasiye aykırı bir biçimde kullanmaya çalışacaklara da anayasal bir fırsat sunmuştur. İşte Türkiye’de “vesayet” filmi de bu tarihten itibaren çevrilmeye başlamıştır.

        Bundan sonra müesses nizam kusursuz çalışan bir vesayet sistemi kurmuştur. Müesses nizam 27 Mayıs’ta düğmeye basmış sistem çok etkili bir biçimde çalışmıştır. 12 Mart’ta düğmeye basılmış, sistem çalışmış ve ışık yanmıştır. 12 Eylül’de düğmeye basılmış, ışık yanmıştır. 28 Şubat’ta da  düğmeye basılmış yine sistem kusursuz çalışmış ve ışık yanmıştır.

        Ancak müesses nizam 27 Nisan’da düğmeye defaatle basmasına rağmen sistem hata vermiştir.

        27 Nisan’ın devamında kapatma davasında, 367 kararında sistem çalışmamıştır. Sisteme yeni parçalar eklenerek düğmeye basılmış ama Gezide de sistem hata vermiştir. Yeni eklemeler yapılarak ve yapısı değiştirilerek tekrar düğmeye basılmış ancak yine daha önce  olduğu gibi işte bu soruşturma komisyonunun konusunu teşkil eden 17-25 Aralık’ta da daha önce kusursuz çalışan bu sistem çalıştırılamamıştır.

        İşte Türkiye 2002’den bu yana bir kısmına değindiğimiz ve birçoğunu da belki atladığımız, hatırlayamadığımız badirelerden bugünlere gelmiştir.

        Bu anlattıklarım bizim 17-25 Aralık’a hangi zaviyeden bakmamız gerektiğini gösteren bir husustur.

        17-25 Aralık için öncelikle şunu söylemek gerekir ki; 17-25 Aralık’ı gerçekleştiren aktörün paralel örgüt olduğuna dair; kamuoyunun, tüm kesimlerin, muhalefetin dahi hiçbir şek ve şüphesi yoktur.

        Dolayısıyla 17-25 Aralık’ı anlamanın yine en önemli göstergelerinden biri bu örgütü tanımak olmalıdır. 

Pekiyi bu örgüt nasıl bir örgüt ?

        Bu örgüt tam bir “Cizvit” örgütüdür. Tıpkı Cizvitler gibi çocukları erken yaşta kendi eğitim kurumlarında eğitmekte, onları abiler, ablalar vasıtasıyla sıkı bir elemeden geçirmekte ve en sadıkların, eğitim göreceği alanı, evleneceği kişiyi dahi belirleyerek onları bir kripto eleman olarak stratejik devlet kademelerine yerleştirmektedirler. Bu süreçte de eğitim aşamasında sınav sorularının elde edilmesi, devlet kademesinde rakiplerin iftira yöntemiyle yarışamaz hale getirilmesi gibi amaca ulaşmak için her yol mubahtır anlayışıyla hareket edilmektedir. Bu örgütte takiyye en önemli davranış biçimidir.

        Örgüt bir islami cemaat kisvesi altında saklanması hasebiyle takiyyenin örgüt karşılığı tedbirdir. Tedbirli davranmak adı altında kendilerini gizlemek için her türlü dini kuralı ve vecibeyi de ayaklar altına almaktan çekinmemektedirler.

        Bu örgüt bazen dini duyguları ajite ederek, bazen sistem içinde kalma faydacılığını istismar ederek bazen de aba altından soba göstererek himmet adı altında paralar toplamış ve bu sayede çok büyük bir ekonomik güce ve aynı zamanda da medya gücüne, dolayısıyla algı oluşturma gücüne ulaşmıştır.

        İşte paralel örgüt kabaca anlattığım gibi böyle bir örgüttür.

        Bu yapı biraz önce söylediğim gibi hiç kimsenin şek ve şüphesi yoktur ki 17-25 Aralık’ın mimarıdır. 17-25 Aralık’ta gerçekleşen operasyonun arka planını inkar etmek için ya siyaseten kör ya da bu operasyonun bizzat uygulayıcısı olmak gerekir.

        Karşımızda masum bir polisiye operasyon yoktur.

        Karşımızda; suçluyu yakalamak yerine suçu daha sonra kendi müdahalesinde kullanabileceği bir kıvama gelinceye kadar araçsallaştırarak açıkça suç işleyen bir yapı vardır.

        Karşımızda; suçun yada suçlunun peşine düşmek yerine “başka bir savaş için” hem de vekaleten yürüttükleri bir kavga için günlerce, aylarca, yıllarca mühimmat biriktiren bir yapı vardır.

        Karşımızda; farklı kişilerin farklı zamanlarda işlediği suçları tespit ettiğini iddia etmesine rağmen üzerine gitmediğini hazırladığı dosya ile itiraf eden bir örgüt var.

        17-25 Aralık yolsuzluk iddialarının siyasete karşı kullanılan silahta susturucu vazifesinden başka bir anlamı yoktur.

Türkiye’de vesayetin aklı hiç değişmemektedir. Nasıl ki 27 Mayıs “itibarsızlaştırma” ve “yolsuzluk algısı” üzerinden ve “kaçarken yakalandı algısı” üzerinden çalıştırılmışsa; 17-25 Aralıkta aynı şekilde “itibarsızlaştırma” ve “kaçtı, kaçacak” algısı üzerinden yönetilmeye çalışılmıştır.

        Yeni vesayet tipinin kurşun askerlerine dönüşenlerin ısrarla emniyet ve yargı koridorlarına hapsetmek istediği ve meseleye sadece bu zaviyeden bakmamızı salık verdikleri şekliyle 17-25 Aralık’a bakmamız mümkün değildir.

        7 Şubat MİT krizi seçilmiş iradenin Türkiye’nin en büyük sorunu olan Kürt meselesine dair ürettiği ve bugün de halen devam ettirdiği siyaseti yargılama girişimiydi.

        Nasıl ki 7 Şubat’ta saf siyasi bir meseleye KCK marifeti ile kriminal görüntü verilerek siyasete müdahale edilmişse; 17-25 Aralık’ta aynı şekilde bir hukuki girişim değil, siyasi bir girişimdir.

        17-25 Aralık yargının omuzundan meşru siyasete ateş etmektir. Hukuki bir sonuç alma değil, siyasi bir sonuç alma gayretidir.

        17-25 Aralık’ı tahlil etmek için, bize anlık fotolara bakmamız konusunda ısrar edenlerin aksine; bizim bütün bir sürece bakmamız gerekmektedir.

  • 17-25 Aralık; 7 Şubat MİT krizinden asla bağımsız değerlendirilemez.
  • 17-25 Aralık; Türkiye’yi Dünya’ya teröre destek veren ülke olarak tanıtmak için; sadece “yardım” değil, ülkenin “egemenlik haklarını” da üzerinde taşıyan MİT tırlarının durdurulmasından ayrı değildir.
  • 17-25 Aralık; Pensilvanyadakinin dövüne dövüne beddua etmesinden ayrı değildir.
  • 17-25 Aralık; milletvekillerinin istifa ettirilmesinden ayı değildir.
  • 17 Aralık; Dışişlerindeki özel toplantının dinlenmesinden ve servis edilmesinden ayrı değildir.
  • 17-25 Aralık; Başbakanın çalışma ofisine böcek konulmasından ayrı değildir.
  • 17-25 Aralık; hemen akabinde sosyal medya üzerinden piyasaya sürülen montaj ses kayıtlarından ayrı değildir.
  • 17-25 Aralık; Zekeriya Öz’ün kasıla kasıla “bu devletin sahibi biziz edasıyla” emniyeti basmasından ve emniyet güçlerine hukuk dışı fezleke dayatmasından ayrı değildir.
  • 17-25 Aralık; savcının adliye önünde basın bildirisi dağıtacak kadar siyasallaşmasından ve onun kin ve öfkesinden ayrı değildir.
  • 17-25 Aralık; ortaya çıkan binlerce dinleme dosyalarından ayrı müstakil bir soruşturma değildir.
  • 17-25 Aralık; HSYK’nın kamu oyuna açıkladığı siyaseti hedef alan bildirisinden de ayrı değildir.

 

İşte 17-25 Aralık’ı bu süreçlerle birlikte değerlendirmemiz gerekmektedir. Bu süreçlerle, bu yaşanılanlarla 17-25 Aralık’ı ayrı tutmak, siyasete ve milli iradeye karşı yapılan tüm bu müdahaleleri himaye etmek ve meşrulaştırmak anlamına da gelecektir. 

Ben komisyon üyelerimizin soruşturma komisyonunun konusunu oluşturan meseleye bu anlattıklarımı da düşünerek ve bu gerçekleri de göz ardı etmeden bakmalarını temenni ediyorum.

Bununla birlikte soruşturma komisyonun TBMM içtüzüğünün 110 md.’sinin ikinci cümlesinde ifade edildiği üzere çalışmalarını gizli yürütmesi gerekirken maalesef buna riayet edilmemiştir. Komisyonun çalışmaları çarşaf çarşaf medyaya servis edilerek suç  işlenmiştir. Medya üzerinden yine toplantı tutanakları cımbızlanarak bir algı oluşturulmaya ve komisyon baskı altına alınmaya çalışılmıştır.

Bu algı çabasının; genişçe ifade ettiğim ve açıkladığım gibi 17-25 Aralık günlerinde yapılmak istenenden hiçbir farkı yoktur.

O zaman yapılan siyasi mühendislik ile komisyon tutanakları sızdırılarak yapılan siyasi mühendislik arasında hiçbir fark yoktur.

Her iki zaman diliminde de yapılanlar kamuoyu nezdinde soruşturma komisyonunda soruşturulan dört bakanın peşinen mahkum edilmesi gayretidir. Bu yargılama sürecinin bir parçasını teşkil eden soruşturma komisyonunda masumiyet karinesinin de zedelenmiş olması demektir.

Ayrıca soruşturma komisyonumuzun esasını oluşturan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2012/120653 nolu ve 2012/125043 nolu soruşturmaları hakkında da kovuşturmaya yer olmadığı kararları verilmiş ve bu kararlar kesinleşmiştir. Kesinleşen kovuşturmaya yer olmadığı kararları incelendiğinde; maddi hukuk bakımından bu kararların temas ettiği hususlar ile soruşturma komisyonumuzun incelediği hususlar aynı konulardır. O halde kesinleşen bu kararların soruşturma komisyonumuza hukuken etkisi düşünülerek karar verilmelidir. Belki usuli açıdan bu kararlar bağlayıcı olarak adlandırılmayabilir; ancak kararların içeriğindeki maddi hukuka ilişkin tespitler dikkatle irdelenmelidir.  

Bunların yanında 17-25 Aralık soruşturmalarından siyasi netice almaya çalışmış örgüt karşısında; siyaset kurumunun salt hukuki bir netice almaya çabalaması ancak basiretsizlik ve saflık olarak nitelendirilebilir. Nitekim Türk Siyasi Hayatındaki Yüce Divan örnekleri irdelendiğinde de karşımıza hukuki sonuçlar çıkmamaktadır. Yüce Divan; hukukun, hakkaniyetin, nesafetin tecelli ettiği bir kurum hiçbir zaman olmamıştır. Karşımızda siyasal mülahazaların içerisinde, hukukçuluktan çok, siyasetçiliğe daha yatkın, değerlendirmeleri hukuki olmaktan uzak, zaman zaman siyaset kurumuna parmak sallayan ve had bildirmeye çalışan bir kurum bulunmaktadır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Nuri Ok’un mütalaasında 216,5 yıl hapis istediği bir sanığı oybirliğiyle beraat ettiren bir yapıdan hukuki kararlar çıkacağını düşünmek gerçekten mümkün görünmemektedir.

Sayın Başkanım, değerli milletvekilleri;

Siyasetçinin verdiği kararlar hayattan, ülke gündeminden uzak kararlar olursa bu kararlar toplum zemininde anlamlı kararlar haline dönüşemezler. Biraz önce anlattığım hususlar apaçık bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu gerçekliklere gözümüzü kapatarak karar vermek mümkün değildir. Millet iradesini hedef alanların yaptıklarını ve bunun yanında saydığım bir çok hukuka aykırılığı meşrulaştırmamız ve himaye etmemiz doğru değildir. Ben ülkede olağanüstü dönemlerin yaşandığı böyle bir zaman diliminde ve biraz önce kıymetli komisyon üyelerimize arz ve izah ettiğim nedenler muvacehesinde TBMM Genel Kurulu’nun 05 Mayıs 2014 tarihli 84. birleşiminde kabul edilen soruşturma önergesi ve 1059 sayılı karar uyarınca yürütülen 9/8 sayılı soruşturma kapsamında;

Ekonomi Eski Bakanı Mersin Milletvekili Mehmet Zafer Çağlayan,

İçişleri Eski Bakanı Mardin Milletvekili Muammer Güler,

Avrupa Birliği Eski Bakanı İstanbul Milletvekili Egemen Bağış ve

Çevre ve Şehircilik Eski Bakanı Trabzon Milletvekili Erdoğan Bayraktar

hakkında TBMM İç Tüzüğü’nün 112. maddesi uyarınca Yüce Divan’a sevk edilmemeleri yönünde oy kullandığımı, Sayın Başkanım size ve muhterem komisyon üyelerimize arz ederim. 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.