Fikir Dünyası

Fikir Dünyası
COVİD-19'UN PSİKOLOJİK BOYUTLARI, NECİP FAZIL KISAKÜREK, KARARIN AİTLİĞİ, ‘BEN TANRI'YIM!’, DÜNYADA IRKÇILIK, DANDANAKAN SAVAŞI, NAZIM HİKMET RAN, TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ...

COVİD-19'UN PSİKOLOJİK BOYUTLARI

Tevfik Çalkayak

Tüm insanlık zor bir dönemden geçiyor. Aralık 2019 tarihinde Çin'in Wuhan kentinde ortaya çıkan SARS-COV2 adlı virüsle hepimizin hayatı tehlikede. Bu hayati tehlikenin yanında virüs, psikolojik bakımdan da etkili. Psikolojik olarak bakıldığında en önemli çıktısı da kaygıdır. Kaygı, en temel hayatta kalma içgüdümüzdür. Kaygı sayesinde organizma, tehlike arz edebilecek durumları fark ederek "savaş ya da kaç" tepkisini gösterir. Bizleri harekete yöneltir. Yani, kaygı sayesinde önlem alabiliyoruz, kaygı sayesinde dikkat edebiliyoruz, kaygı sayesinde kendimizi ve diğerlerini koruyabiliyoruz. Bu süreçte de belki kaygı sayesinde ellerimizi yıkıyoruz ve diğer insanlara karşı sosyal mesafemizi koruyoruz. Kaygı, böyle düşündüğümüzde gayet sağlıklıdır. Sağlıksız olan tarafı ise kaygının iki ucudur. Eğer benim başıma bir şey gelmez düşüncesiyle ve duyarsızlaşmayla beraber kaygısız bir tarafta kalırsak, kendimizi de diğerlerini de koruyamayız. Çünkü önlem almaz ve dikkat etmeyiz. Eğer diğer uca gidip de kesin benim başıma bir şey gelecek düşüncesiyle, yoğun kaygılı durumda olursak da bu sefer donakalırız ve yine işlevsel önlemler alamayız. Peki bizleri bu iki uca yönlendiren nelerdir?

Daniel Kahneman ve Amos Tversky adlı psikologların yaptığı deneye göz atalım. Bu psikologlar insanlara "Size şu anda yüz dolar verme ya da bir hafta sonra yüz on dolar verme seçeneklerini sunsam, hangisini seçerdiniz?" sorusunu sorarak cevap aramışlardır. Bu soruyu sordukları çoğu kişi seçimini o anda alabileceği yüz dolar yönünde yapmayı seçmişti. Bir on dolar fazlası için koca bir hafta daha beklemeye değmez diye düşünmüşlerdi. Görüldüğü üzere insanlar, uzun vadedekine göre kazanç az bile olsa kısa vadedeki kazancı yeğlerler. Koronavirüse karşı alınan bir önlem olan sosyal izolasyonu da kısa ve uzun vadede incelersek; kısa vadede herhangi bir getirisi olmadığını, hem biz hem de diğer insanlar için uzun vadede önem taşıdığını ve etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ki uzun vadedeki bu etkinin gözle görülemeyen, belirsiz bir şey olduğunu da eklemek isterim. Bu izolasyonu kısa vadede düşünürsek, getiriden çok götürüye neden olmaktadır. Çocukluk döneminden itibaren kaygı ve korkuya karşı tepkisi genellikle başkalarıyla bir arada olmak, birbirinden  teselli bulmak olan insandan, böylesine büyük bir kaygı ortamı oluşturan durumda sosyal izolasyon beklemekteyiz. Bu durum hem bu nedenle, hem kısa vadede getirisi olmaması sebebiyle, hem de uzun vadedeki etkisinin belirsiz olması sebebiyle insanları zorlamaktadır. Bu sebepler bazı insanları "Koronavirüs bana bulaşmaz.", "Bulaşırsa da iyileşirim." gibi sağlıksız düşüncelere sevk ederek, "kaygı" durumunu bu şekilde "yok sayarak" yönetmelerini sağlar.

Kaygının öteki ucunda, eğer kaygımızın önüne geçemezsek bu durumda da işlevsel önlemler alamaz ve donakalırız. Şu an yaşanan süreç gibi kontrolümüzün az olduğu durumlarda daha yoğun kaygı yaşıyoruz. Hem sürecin uzaması hem de bu nedenle oluşan belirsizlik de, insanları yoğun kaygı durumuna itebilir. Bazı insanlar bu sebeple de öfke, çaresizlik, uyku bozuklukları yaşayabilir, takıntılı davranışlarımız artabilir. "Kesin başıma bir şey gelecek.", "Buna dayanamayacağım." gibi felaketleştirme, en kötüsünü düşünme gibi bilişsel çarpıtmalar yaparak kaygı durumunu bu şekilde de yönetebilir. Peki nasıl düşünmeli ve kaygımızı nasıl yönetmeliyiz?

Sağlıklı düşünceleri ortaya çıkarmak ve ona yönelik davranmak aslında bizim elimizde. Hepimizin bir rutini, bir düzeni vardı. Bu durum herkesin düzenini altüst etti fakat insan doğuştan adaptif bir varlık. Bu süreç de insanı yeni bir normal oluşturmak zorunda bıraktı. Sosyal izolasyon evet zor geliyor fakat sosyal ilişkilere olan ihtiyacımızı teknolojik vasıtalarla da gerçekleştirebilir, yakınlarımızla iletişimimizi sürdürebiliriz. Her ne kadar bu vasıtalar istediğimizi karşılamasa da şu an için beni idare edebilir diyebilmeliyiz. Uzun vadede daha fazla görüşebilmek için benim şu an bu fedakarlığı yapmam gerekiyor diye düşünebilmeliyiz. Kaygı durumumuzu yoğunlaştırmaması için süreçle ilgili alınan bilgilerde seçici olmalı, Sağlık Bakanlığı ve Dünya Sağlık Örgütü gibi güvenilir kaynaklardan bilgi almalıyız. Söylediğimiz üzere insanoğluna bahşedilmiş bir lütuf olan adaptasyon ile bu sürece de kolaylıkla adapte olabiliriz. Şüphesiz insan bu zorluktan da sıyrılacak ve neslini aktarmaya devam edecektir.

 

------------------------------------------------------

 

NECİP FAZIL KISAKÜREK

İbrahim Uslu

 

“Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin erken gel, beni evde bulamayabilirsin!” demişti ölmeden önce fakat bizim yaş olarak yetişmemiz olanaksızdı ona…

Bugün ki yazımızda Türk edebiyatının en önemli ustalarından birini ele alacağız. O isim Necip Fazıl Kısakürek.  Mistik şiirimizin verilerini modern Fransız şiiri ölçüleriyle şekillendiren, şiirlerinde insanın evrendeki yerini araştıran; madde ve ruh karmaşasını dile getiren büyük şair…

Kaldırımların kara sevdalı eşi, bekleneni bekleyen bir kişiydi o. Büyüyen doğunun küçülen batıya bir isyanıydı o. 1934 yılında anlam veremediği hayatı değişmiş “köpeklerin karıştırdığı çöplük” olarak nitelediği o hayattan arınmış manalar aleminin neferi olmuştu ve demişti ki “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum; Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...”

Artık kafasını göğe kaldırmış ve gökteki hakikatin kıvrımlarında gezinmeye başlamıştı. Şiirleri ilmek ilmek işliyor ve her yazdığı şiirde bir serzeniş başlıyordu.  Eleştirmekten korkmuyor fütursuz yanlış düşündüğünü düzeltmeye çalışıyordu. Pek çok kez zindanlarda alıyordu soluğu ve oğluna şöyle sesleniyordu “Zindan iki hece Mehmet’im lafta baba katili ile baban bir safta” ve taraftar bulduğu adalet sistemini şu satırla eleştiriyordu “Beni Allah tutmuş, kim eder azat”.

Nefsi en azılı düşmanlarının başında gelirdi nefsi onu çileler içinde savunmasız bırakan bir kanserdi ve nefsine şöyle seslendi; “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!” sonsuzluğu, varılacak en son yer olarak tahayyül etmekteydi. Sonsuzluğun yolunu anlatmaktı tüm beşere derdi.

Necip Fazıl şiirlerinin yanı sıra gönül ve fikir adamıydı. Birçok konferans vermiş toplantılara katılmış ve öğrenciler yetiştirmişti. Aynı zamanda piyesler ve oyunlarda yazdı. Mesela sonradan filmi çekilen üç perdelik bir tiyatro oyunu olan Reis Bey… Merhamet kardeşliğinden, göktekilerin bize acıması için bizim yerdekilere merhametli olmamız gerektiğinden bahsedilen, halkımız tarafından yoğun ilgi ile karşılanan şaheserdir.

O pek çok şehirde bulundu aslen Maraşlıydı fakat aşkının adı İstanbul’du. “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.” Dizelerini büyük aşkı İstanbul’a armağan etmişti.

Ve tabi ki annesi Mediha hanıma meşhur sevgisi… Babasını genç yaşta toprağa vermişti ve annesi ona hem annelik hem babalık yapmıştı. Şiirlerinde sıkça annesinden bahsetti. Ona her işinde destek olan annesi içinse şunları söyledi “Bu kış yolculuk var, diyorsa için, beni de beraber al anneciğim!”

Birde aynalar ile arası hiç iyi olmadı çünkü aynalar çektiği çilelerin bir yansımasıydı bu dizeler ile aynalara restini çekti “Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik; işte yakalandık, kelepçelendik!”

Ve her faninin akıbeti gibi onunda akıbeti aynıydı ölüm ile koklaşır sevişirdi kimi zaman Necip Fazıl. “Öleceğiz, öleceğiz müjdeler olsun, ölümü de öldüren rabbe secdeler olsun…” derken ölüme tıpkı Mevlana gibi kollarını açarak koşuyordu. Ve beklenen oldu toprak kucağına bastı şairi ve ondan geriye şu dizeler kaldı...

 

Kırılır da bir gün bütün dişliler

Döner şanlı şanlı çarkımız bizim

Gökten bir el yaşlı gözleri siler

Şenlenir evimiz barkımız bizim

 

Yokuşlar kaybolur çıkarız düze

Kavuşuruz sonu gelmez gündüze

Sapan taşlarının yanında füze

Başka alemlerle farkımız bizim

 

Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman

Görürler nasılmış, neymiş kahraman

Yer ve gök su vermem dediği zaman

Her tarlayı sular arkımız bizim

 

Gideriz nur yolu izde gideriz

Taş bağırda, sular dizde gideriz

Bir gün akşam olur bizde gideriz

Kalır dudaklarda şarkımız bizim…

 

 

 

 

 

 

--------------------------------------------------------------------------

KARARIN AİTLİĞİ

Hüseyin Madenci

 

M.Ö. 300 yıllarında bir dahiliye kitabında yin ile yang temsil edilmişti. Karşıt kutupların iç içe girmesini anlatan bu basit temsil iki renkten oluşur: siyah ve beyaz. Biri siyah biri de beyaz olacak şekildeki seçeneklerden seçim yapmak; doğruluğu isteyen için net olduğu gibi yanlışı isteyen için de nettir. Halbuki yaşanılan olaylar bu kadar net bir şekilde ayrılmazlar. İki grinin yan yana olduğu durumlara “moral ikilemleri” denir. Örneğin, bankadasın ve bir adam bankayı soyuyor ve paraları yetimhaneye ve yoksullara bağışlayacağını söylüyor. Seçeneklerin, hiçbir şey yapmamak veya polisi aramak.

Kararı almayı kişinin kendi kendine verdiği karar olarak tanımlarsak, karar vermeyi de başkalarının kişiye kararı vermesi olarak tanımlamak doğru olacaktır. Moral ikilemleri gibi kişiden kişiye değişmesi kesin, yani öznel örnekler; kararı veren, alan konusunda bize yardımcı olacaktır. Sonuçta seçeneklerden biri seçilmişse bir karar alınmıştır ya da karar verilmiştir.

Seçeneklerin hangisinin seçildiğinden bağımsız diğer seçeneği seçecek milyonlarca insan vardır fakat doğru tek ve birdir. Seçeneklerden biri daha iyi olmak zorunda ve onun seçilmesi gerekmektedir. Doğrunun tekliğine inanan Platon’un hocası Sokrates, moral ikilemlerini sıkça kullanmıştır. Böyle zor durumlarda dahi bir seçeneğin doğruluğunun kesinliğinin ispatı genel geçer doğrular olduğunu gösterecektir. Bugün gelinen noktada ise insanlar birlik içerisinde olup tek bir seçeneği işaretleyemiyorlar. Dahası her ülkede olabilecek basit durumları içeren genel geçer soruların sonuçları ülkeden ülkeye birbirinden farklı gösteriyor. Aradaki fark her ne kadar küçük olsa da her toplumun insanının içinde benzer etiği taşıdığını gösteriyor. Gene de kararın aitliği teması için her iki duruma da uyan bir önerme. Kararı insanın aldığını gösterir çünkü sonuç farklı çıkmıştır. Kararın verildiğini gösterir ki karar farklı ülkelerde yakın sonuçlarda çıkmaktadır. Yani, bir araştırmacı bir ülkede sonucu gördükten sonra diğer ülkelerin sonucu çok yakın bir şekilde tahmin edebilir. Burada bakacağı değerlendirmelerden birkaçı ülkenin kültürü, medyanın etkisi gibi insanların kararlarını etkileyen unsurlar olacaktır. Demek ki kültür gibi bazı etmenler insanların kararlarını etkiliyor. Şu an bir fikri delicesine savunan kişi, farklı bir yerde yetişmiş olsaydı o fikri savunmayacağı aşikâr. Fikirlerimizin kendi özümüz olmadığının göstergesidir. Lakin, bir ülkede yetişen herkes birebir aynı olmadığına göre fikirleri etkileyen başka değişkenler olmalı aile gibi. Aynı ailede yetişen insanlarda birbirinden farklı olduğuna göre kişi dış etmenler olsa bile kararlarını kendi başına alıyor olmalıdır. Örneğin, kişi boşanma kararını kendi hür iradesi ile alıyor. Herkes kendi özgür hür iradesi ile boşanma kararı alıyor fakat boşanma oranı genel olarak tüm toplumlarda yükseliyor. Artmasının açıklaması vardır fakat zaten bu toplumu ilgilendiren açıklama, kararları kişinin vermediğini de gösteriyor. Giderek daha özgürleşildiği için boşanma oranı artıyorsa boşanmaların kararını toplumu daha özgür yapanlar karar vermiştir.

Kişi karar alırken hür değildi, başkaları onun adına kararlar verdi demek insan bilincini yok saymaktır. Halbuki insanı hayvandan ayırdığı söylenen düşünme eylemi bilincin güzel bir örneğidir. Bu iki gri önerme birbirine yaklaşmış, hatta iç içe geçmiştir. Peki, karar alamayan bir insan, katil olunca ceza kime verilmelidir? Kararlarını veren topluma ya da fikir akımına mı, yoksa aynı toplumda yaşayan diğer insanlar katil olmadığına göre ona mı? Seçeneklerden hangisini seçerseniz seçin her zaman diğerini seçecek insanlar olacak.

------------------------------------------------------------------------------------

 

 

‘BEN TANRI'YIM!’

Mehmet Zahid İlhan

 

Gökler yarıldı, yerler çatladı, dağlar tozla duman, alevle kül oldu. İşitenler duydu; duyan ve inanan kalpler haşyetinden nefeslerine hükmetmeyi unuttu. Yeryüzünden semavata yükselen bu nidayı yedi gök teker teker reddetti. Hayvanlar yüz çevirdi, ağaçlar yalanladı. Seriyyeden süreyyaya her kapıyı çalan söz, tekrar sahibine iltica etti ve kör gözleri gökleri görmediğinden, sağır kulakları yerleri işitmediğinden bir kez daha haykırdı: "Ben Tanrı'yım!" Bu kez her güruhtan insan duydu bu nidayı. Bir velvele sardı, bir koşuşturma kuşattı tüm dünyayı.

Dehriler kahkahalar attı; istihza oklarını hakaret sadaklarından çekip birer birer söz mahkumuna attı.

Nasraniler telaşa düştü. Halk, toplanıp Papa'ya koştu ve bu yeni Tanrı(!)'dan bahsetti. Papa'nın yüzü kızardı, hiddetlendi ve alevler püskürdü halka. Zaten yeteri kadar olduğunu, bir yenisini eklemenin ahmaklık olacağını söyledi. Eklendiği takdirde Yeni Ahit'i ne yapacaklarını, kurulu çarkları ne yöne, nasıl döndüreceklerini sordu. Bu sözü kabul ederlerse, yıkılacak kadim düzenden bahsetti. Halkın gözleri karardı, hepsi nefrete büründü. Papa'yı afaroz etti ve çarmıha gerdi. Sözün sahibi köşe bucak araştırıldı, ismi öğrenildi ve dördün dördüncüsü ilan edildi.

Yahudiler havralarına toplandılar; hahamlarına bu yeni çıkan söylentiden bahsettiler ve bir çözüm göstermesini, nasıl davranacaklarını bildirmesini istediler. Haham güldü ve durmalarını söyledi. Bu kişinin akıbetini bekleyeceklerini, revaç dağının zirvesine çıkarsa o Tanrı(!)'yı, pahası ne ise vererek satın alacaklarını, herkes tarafından aşağılanırsa üstüne bir kürek toprak atacaklarını söyledi. Haham güldü, halk güldü...

Üç Müslümana ulaştı bu söz. Birisi hiddetle "Küfür!" diye haykırdı. Diğeri hayranlıkla "Ne büyük mesabe..." diye mırıldandı. Üçüncü sustu. Birinci ikinciyi tekfir etti, ikinci birinciyi... Birbirlerinden ateşin sudan nefret ettiği kadar nefret ettiler ve ayrıldılar; üçüncü, sustu...

Yunanlılar atölyelere koştular zira biraz evvel bir münadi çığlıklar atmıştı Atina sokaklarında, "Yeni bir Tanrı! Yeni bir Tanrı!" diye. Heykeltraşlar kollarını sıvadılar ve onlarcasının yanına bir yenisini en güzel hali ile eklemek için deliler gibi yarıştılar. Bir deli bir kuyuya bir taş attı, kırk akıllı ardından atladı...

 

Çarmıh kuruldu, odunlar dizildi, meşale tutuşturuldu. Tanrı (!), elleri bağlanarak getirildi milyarlar önüne. "Son sözün var mı?" denildi, ateşler oduna, odunlar ateşe hasret duyarken. Tebessüm etti ve bir cümle söyledi: "İman ile inkar arasındaki mesafe, ilmek ile ölmek arasındaki mesafeden daha küçüktür."

 

--------------------------------------------------------------

 

 

DÜNYADA IRKÇILIK

Yunus Emre Eker

 

Irkçılık belki de Dünya’nın en büyük sorunları arasında gelmektedir. Bu temaya değinmeden önce ırkçılık ne demek olduğunu bilmekte fayda var. Irkçılık genel olarak çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine doğal sebeplerle bir ırkın (çoğunlukla kendi ırkının) diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç ve bu değerleri kabul etmektir.

 

Son günlerde Amerika’da yaşanan George Floyd’un ölümü bu konunun gündeme taşınmasını sağlamış ve birçok ülkede ırkçılık karşıtı bir protesto yapılmıştır. Bu protestolar amacı sadece bir gencin ölümü değil neredeyse insanlığın doğuşundan itibaren olan bu günaha karşı bir dur diyebilmektir. Yıllardan beri “sen siyahisin, sen beyazsın, sen kumralsın, sen bu dindensin sen bu mezheptensin” diyerek birileri birilerini aşağı görmüş ve işin sonu öldürmeye kadar gitmiştir. ABD’de yaşanan bu olay ilk değildi ve üzülerek söylerim ki son da olmayacak. Bu durumu anlamak için tarihe bakmak ve birkaç ülke üzerinde durmak gerekir.

 

Son olaylardan dolayı ilk bahsetmek istediğim ülke ABD. ABD’nin kuruluşunda itibaren olan ırkçılık ilk olarak yerliler ve koloniler arasında yaşandı. Sonrasında kuzeyliler ve güneyliler olarak devam etti. En son olarak ise beyazlar ve siyahiler olarak devam etti.  Bu süreçte hükümet ırkçılığı engellemek için birkaç adım attı, isimlerini sürekli olarak duyduğumuz Muhammed Ali, Malcom X, Lebron James gibi birçok ünlü bu dava ile mücadele etmesine rağmen gördüğümüz son olaya bakarak maalesef başarılı olamadıklarını görüyoruz. İkinci bahsetmek istediğim ülke Almanya. Almanya son zamanlarda özellikle Hitler yönetimindeki en büyük sorunlardan olan ve Yahudilere yapılan ırkçılığı unutturmaya çalışıyor olsa da 70’ler ve 80’li yıllarda alınan Türk göçü birçok Alman vatandaşının gerçek yüzünü ortaya çıkarmış ve bizlere çalışmaların başarılı olmadığı göstermiştir.

 

Türkiye de ise kendim sorduğum birkaç siyahi arkadaşım ve haber kanallarında ülkemizde yaşayan siyahilere sorulan sorularda genel yanıt “Türkiye’ye ilk geldiklerinde biraz korktuklarını ama herhangi bir sorun yaşamadıkları dile getirmişlerdir.” Yazıma Peygamber Efendimiz ’in veda hutbesinde ırkçılık hakkındaki sözleriyle bitirmek isterim “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır.”

--------------------------------------------------------------

DANDANAKAN SAVAŞI

Savaş Vahap Arıcı

Hepimiz Dandanakan Savaşı’nı Büyük Selçuklu Devleti’nin kazandığını Gazne Devleti ile yapıldığını ve yıkılış sürecine girdiğini biliriz ama tarihsel sürece nasıl etki ettiğini gelin hep birlikte öğrenelim.

Savaşın başlama sebebi aslında Selçukluların Gazne Devleti şehirlerini yağmalamasıdır diyebiliriz.  Çünkü Gazne Devleti bu tip yağmalama, baskın, akın türü şeyleri artık kaldıramayacak duruma gelmiş ve bu durum Sultan Mesud’un savaş kararı almasına yol açmıştır. Peki Selçuklular bu akınları neden yapıyorlardı? Tuğrul ve Çağrı Beyler o dönemde kendi boyları için yurt arıyorlardı. Bu yüzden çeşitli şehirlere akın yapıyorlardı.Stratejik öneme sahip olan Horasan’ı fethetmek Selçukluların nihai hedefleri olmuş kendilerini kanıtlamak ve bölgede potansiyel güç olduklarını göstermek için çeşitli akınlar düzenlemişlerdi ama Selçuklular gene de kendilerini savaştan sakınmışlardı. Sultan Mesud gittikçe büyüyen bu tehlike yüzünden 1038 yılında sefere çıktı.

Gazne ordusu 16 Ocak 1040 yılında Nişabur şehrine vardı. Fakat ordunun besleneceği kadar yiyecek yoktu çünkü onlar şehre varmadan önce Selçuklu’ya ait Türkmen akıncıları şehri çoktan yağmalamışlardı. Çevre illerden yiyecek sıkıntısını gideren Sultan Mesud Selçuklu toprakları üzerinde ilerlemeye başladı. Çoğu tarihçi bu hareketin yanlış olduğunu, anlaşma yapılsaydı Gazne Devleti’nin tahmini olarak 100 yıl daha yıkılış sürecine girmeyeceğini düşünmektedir.

22 Mayıs 1040 yılında Dandanakan denilen bölgeye Gazne ordusu geldi. Selçuklu ve Gazne elçileri karşılıklı kan dökülmesin diye elçilerini yolladılar. Sonuç alınamayınca 24 Mayıs 1040 yılında savaş başladı. Savaşta kimin üstün taraf olduğunu siz yorumlayın. Geçtiği tüm toprakları yağmalanmış uzun süredir yorgun, aç ve susuzluk sıkıntısı çeken hantal olan ama sayısı (tarih kitaplarındaki ortalama rakamlara göre) 70.000 süvari, 30.000 piyade 60 tane fili olan Gazne ordusu diğer tarafta daha az birliğe sahip hareket kabiliyeti ve alan avantajı olan sayıları 20.000 süvari 16.000  okçusu ile menzil ve konum avantajı olan, kaybederlerse bir daha var olamayacağının bilincinde ölüm kalım savaşı veren bir ordu.

Gazne ordusu Dandanakan Kalesi’ne doğru harekete geçerken Selçuklu ordusu konum avantajını kullanarak saldırdı. Sabah vakitlerinde başlayan savaş Selçuklu ordusunun saldırmasına rağmen Gazne ordusunun Dandanakan Kalesi’ne öğleye doğru kaleye varmasıyla biraz duraksadı. Gazne ordusunun kalede kalmasını isteyen bazı gulamlar ve akıncı topluluklarının (gulam eski Türk devletlerinde köle sınıfından oluşan sultanı korumakla görevli askeri topluluk) önerisini dikkate almayan Sultan Mesud 5 fersah uzaklıktaki su kuyularına hareket edilmesini emretti. Bunun üzerine tahmini sayısı 375 olan saray gulamları daha önce kaçmış olan kuvvetlerle birleşip Selçuklulara katıldılar ve taktikleri gidip Selçuklulara anlattılar. Şiddetli bir hücuma geçen Selçuklular yorgun ve moralsiz Gazne ordusunu bozguna uğrattı.

Bunun neticesinde Gazne Devleti yıkılış, Büyük Selçuklu Devleti kuruluş sürecine girmiştir. Selçuklu beyleri kendi aralarında toplanarak Tuğrul Bey’i sultan ilan etmiş, Horasan Emiri ünvanı verilmiş Büyük Selçuklu Devleti resmen kurulmuştur. Çeşitli bölgelere fetihnameler gönderilmiş bölgede hakimiyetlerini kanıtlamışlardır. Sonbahara doğru artık Gazneliler tamamen bölgeden sürülmüş Selçuklular Gazneliler üzerinde baskısını arttırmıştır.

Gelelim asıl konumuza üç gün süren savaş sonrasında kaybeden Sultan Mesud’un akibeti ne oldu? Canını zor kurtaran Sultan Mesud yüz kadar süvarisiyle Gürcistan’a doğru kaçmaya başladı ve 21 Haziran 1040 yılında Gazne şehrine geldi. Tüm mal varlığını alıp kaçarken Lahor’da kendi askerleri tarafından yakalandı ve Gri hapishanesine atıldı. Yeğeni tarafından 1041 yılında da öldürüldü.

 

KAYNAKÇA

Milli Eğitim Bakanlığı (2018). 10. Sınıf Tarih Ders Kitabı, İlke Yayınları, Ankara.

Köymen, Mehmet Altay (1993). Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi. Cilt 1. Kuruluş Devri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. ISBN 975-16-0117-7.

Merçil, Erdoğan (1989). Gazneliler Devleti Tarihi, TTK Basımevi, Ankara. ISBN 975-16-0189-4.

Çimen, Ali (2016). Tarihi Değiştiren Savaşlar, Timaş Yayınevi, İstanbul.

 

 

------------------------------------------------------------------

NAZIM HİKMET RAN

İbrahim Uslu

Değerli okurlar bugün ki konumuz büyük edebiyat ustalarımızdan büyük şairlerden ve fikir adamlarından “Nazım Hikmet Ran”.

Belki bir şiirini açıp ta okumamış olabilirsiniz fakat o şiirlerin bestelenmiş halini eminim ki bir çok kez dinleme fırsatı bulmuşsunuzdur.

Şeyh Bedrettin, Ceviz ağacı, Mavi liman, Karlı kayın ormanı, Çocuklar inanın… ve daha nice eserler…

O romantizmin yanı sıra komünist devrimci kimliği ile de ön plana çıkmıştır. Hayatı hakkında açılan dava kararlarını öğrenmekle ve yasaklar ile geçmişti. 1938 yılında halkı ayaklandırmak suçundan 28 sene hüküm yemiş ve 1950 senesindeki aftan beraat etmiştir.1951 senesinde ise kararname ile vatandaşlıktan çıkarılmıştır.

Rusya başta olmak üzere çeşitli ülkelerde konferanslar ve radyo programları düzenlemiş konuşmalara katılmış ve bazı basın ve yayın organlarında konuşmalarda ve şiir söyleşilerinde bulunmuştur.

Şiir dünyasına gelecek olursak pek çok konuyu ele almıştır. Örneğin, memleket sevdası, aşk, hasret, ümitsizlik gibi daha sayamadığım pek çok konuda yazılar ele almıştır.

“Memleketim, memleketim, memleketim, ne kasketim kaldı senin ora işi ne yollarını taşımış ayakkabım…” bu dizelerde bu hasreti açıkça görmek mümkündür. Bahriye mektebinden öğretmeni ve örnek aldığı şahsiyet olan Yahya Kemal’den oldukça etkilenmiştir.

Hece ölçüsü ile yazsa bile şiirleri konu ve içerik bakımından o dönemin eserlerinden ayrışıyordu.

Ve bir arayış başladı Nazım’da, bu sefer iç dünyasını yeniden şekillendirerek “materyalist ve fütürist “ anlayışlar benimsedi. Ve bunun doğal sonucu olarak şiirleri de bu akımlardan etkilendi.

“trrrrum! trak tiki tak! makinalaşmak istiyorum!” dizesini bunu bir örneği olarak gösterebiliriz.

Rusya’da Vladimir Maykovski’nin etkisinde kaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz…

Onun için aşk “Bir Tahir ile Zühre meselesi “ idi. Aşkı dolu dolu yaşayan bir şairdi. Bunun en bariz kanıtı olarak Piraye hanıma ithaf ettiği şu sözlere bir bakalım. “En güzel deniz: henüz gidilmemiş olandır. En güzel çocuk: henüz büyümedi. En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız. Ve sana söylemek istediğim en güzel söz: henüz söylememiş olduğum sözdür… “

Ve 3 Haziran 1963 senesinde bir sabah vakti gazetesini almak için dışarı çıktı döndüğünde apartman girişinde yorgun ve halsiz bedeni kalbine yenik düştü. Ve ne kadar hüzünlüdür ki mezarı bir Rus mezarlığına (Novodeviçi mezarlığı) defnedildi. Ve ister muhafazakar kesim olsun ister sosyalist ve çağdaş kesim olsun herkesin sevgisini şiirleri ile kazandı ve tıpkı bir diğer muhafazakar arkadaşı olan Necip Fazıl gibi oda fikirleri uğruna bedeller ödedi.

Ona karşı diğer büyük ayıbımız ise ölümünden tam 58 sene sonra 2009 yılında vatandaşlığının iade edilmesiydi. Gelin aşkı anlatan bu adamın meselesi olan bir şiir ile yazımıza veda edelim.

TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,

bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte

yani yürekte.

 

Meselâ bir barikatta dövüşerek

meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken

meselâ denerken damarlarında bir serumu

ölmek ayıp olur mu?

 

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

 

Seversin dünyayı doludizgin

ama o bunun farkında değildir

ayrılmak istemezsin dünyadan

ama o senden ayrılacak

yani sen elmayı seviyorsun diye

elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık

yahut hiç sevmeseydi

Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

 

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.