Röportaj Deniz Hukuku Uzmanı Karan'a Göre "Libya Anlaşması Türk Diplomasisinin İkinci Büyük Zaferi"

Röportaj Deniz Hukuku Uzmanı Karan'a Göre "Libya Anlaşması Türk Diplomasisinin İkinci Büyük Zaferi"
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakan Karan:- "Libya ile yapılan bana göre Montrö Konvansiyonu'ndan sonra Türk diplomasisinin ikinci büyük zaferi olan, sırf denizle ilgili söylemiyorum bunu genel olarak söylüyorum, anlaşmayı be

ANKARA (AA) - TUĞRUL ÇAM - Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakan Karan, Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanları sınırlandırması konusunda Libya ile yapılan anlaşmayı "Montrö'den sonra Türk diplomasisinin ikinci büyük zaferi" olarak değerlendirdi. Karan, Kıbrıs adası çevresindeki hidrokarbon zenginliklerinden paylaşmanın en ideal yolunun ise "müşterek işletim" olduğunu söyledi.

Uluslararası deniz hukuku alanında çalışmalar yürüten akademisyen Karan, aynı zamanda Ankara Üniversitesi Deniz Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi'nin (DEHUKAM) müdürlüğünü yapıyor.

Karan, Doğu Akdeniz'deki hidrokarbon zenginlikleri için Türkiye'nin yürüttüğü çalışmaların hukuki dayanakları, Türkiye'nin Libya ile imzaladığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılması mutabakatı ve bölgedeki deniz yetki alanları sorunlarının uluslararası hukuk temelinde nasıl çözümlenebileceğine ilişkin AA muhabirinin sorularını yanıtladı.

SORU: Türkiye, Kıbrıs adası çevresindeki arama ve sondaj çalışmalarını hangi gerekçelerle yapıyor? Türkiye açısından bu çalışmalarda hukuki altyapı nedir?

Hakan Karan: Türkiye'nin devlet uygulamalarının altyapısını anlayabilmek için ilk önce Güney Kıbrıs Rum yönetiminin (GKRY) uygulamalarının ne manaya geldiğini idrak edebilmek lazım. GKRY, ilk önce Mısır’la 2003 yılında, ardından 2007 yılında Lübnan’la, 2010 yılında da İsrail’le üç tane, ikili anlamda, deniz sınırlandırma anlaşması yaptı. Lübnan’la yapılan anlaşma Lübnan’ın İsrail’le sınır ihtilafı yüzünden yürürlüğe girmedi. Ama şu an için İsrail ve Mısır’la yürürlükte olan iki tane anlaşma söz konusu. Bu ikili anlaşma ile beraber İsrail antlaşmasının hemen öncesinden başlayarak 2007'de ilk önce sismik aramalara girdi. 2007'den bir süre sonra ruhsat alanları belirledi. 2011 yılında da ilk sondaj faaliyetini gerçekleştirdi.

Bu dönemde Türk diplomasisi bunu çok yakından takip etti ve her uygulamaya gereği şekilde özellikle BM nezdinde karşılık verdi. Oraya bir nota verdik. GKRY'nin yaptığı anlaşmaları tanımadığımızı ifade ettik. Ancak daha fazla karşılık verilmesi gerekiyordu. Yapılan her bir fiili uygulamanın fiili uygulama olarak, her bir anlaşmanın anlaşma olarak karşılığının olması lazım. 2011 yılına kadar Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar ve teknolojik yetersizliklerden dolayı bu fiili karşılık tam anlamıyla verilemedi. 2011 senesinde Türkiye tam bir reaksiyon gösterdi. Mevcut arama araştırma faaliyetlerini yürütebilmemiz için kendi gemimize sahip olmamız gerekiyor. Bu yatırımın acilen yapılması gerektiği yönünde bir karar alındı. Bu kararın paralelinde bir yandan TPAO, bir yandan da MTA iki tane arama ve araştırma gemisi şu an için halihazırda inşasını tamamlattı ya da satın alınıp modernize edildi. Şu an denizlerimizde iki tane dünyada bence teknolojik anlamda yeterliliği üst düzeyde olan iki gemiyi Türkiye'ye kazandırdık. İkinci aşamada iki sondaj gemisi yapıldı ki bunlardan iki tane daha gelecek. Bunlar fiili karşılıklar.

Bir de doğal olarak bu ikili antlaşmaların karşılığı olarak ilk önce Türkiye, 2011'de KKTC ile bir kıta sahanlığı sınırlandırma antlaşması yaptı. Bu sınırlandırma anlaşmasına paralel olarak KKTC adanın güneyinde ruhsat alanları belirledi. Ardından TPAO'ya o ruhsat alanlarında ve gerektiğinde de ilerisi için sondaj faaliyeti gerçekleştirme imkanı tanıyor. KKTC’nin dünyadaki tanınma olasılığı çok düşük olduğu için karşımızda başka bir aktör bulunması için bir çaba vardı. Bu çaba çerçevesinde en son Libya ile bir anlaşma yaptık.

Kıbrıs adası ile ilgili bizim iki davranış tarzımız var. Bunlardan biri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendi menfaatlerinin korunması. Çünkü GKRY’nin ilan ettiği MEB sınırlarında, belirlemiş olduğu ruhsat alanlarından 4,5,6,7 numaralı ruhsatlar Türkiye’nin kıta sahanlığı ile çatışıyor. Bu çatışan gri bölgelerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti 'Benim kıta sahanlığımdan doğan ekonomik haklarım var, dolayısıyla bunun çiğnenmesine müsaade etmem' diyor. Bu da uluslararası hukuktan kaynaklanan bir durum.

İkinci husus adanın güneyinde. Adanın güneyinde dendiği zaman doğal olarak karşımıza şu çıkıyor. Hangi gerekçe ile Türkiye Cumhuriyeti devleti adanın güneyinde ruhsat alanlarını ve bu ruhsat alanları üzerinde arama araştırma faaliyetleri gerçekleştiriyor? Türkiye’nin Kıbrıs adasındaki Türk halkının haklarını korumak üzere bir garantörlük anlaşması var. Bu garantörlük anlaşmasının bir gereği olarak Türkiye 'Adanın güneyinde de ben bu ekonomik hakları korurum.' diyor. Çünkü halihazırda adada tam bir nihai çözüme ulaşılamadığı için iki ayrı devletin varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği, sürdürmeyecekse tek devlet çatısı altında oradaki Kıbrıs Türk halkının menfaatlerinin korunabilmesi için Türkiye başından itibaren böyle bir yol çiziyor. Dolayısıyla Türkiye, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin menfaati değil, oradaki Kıbrıs Türk halkının menfaatini koruyacak ve bunları garanti edecek şekilde devlet uygulaması geliştiriyor. Ben bunların uluslararası hukuka da uygun olduğunu düşünüyorum.

SORU: Geçen yılın sonuna doğru Türkiye ile Libya arasındaki anlaşma imzalandı. Siz bu anlaşmayı yerinde, doğru ve zamanlı bir anlaşma olarak değerlendirir misiniz?

Hakan Karan: Uluslararası hukukun en önemli gereklerinden bir tanesi ihtilaflı deniz alanlarında devletlerin iş birliğine giderek çözüm getirmesidir. İş birliğine gidebilmeleri için ilgili tüm aktörlerin bir araya gelmesi lazımdır. İlgili aktörler Doğu Akdeniz cephesinden baktığınızda kıyısı olan bütün devletlerdir. Bütün ilgili devletlerin bir araya gelmesi ve normal şartlarda bir bölgesel bir konferansta konunun tartışılması ve konferansın neticesinde bölgesel birçok taraflı antlaşmaya dökülmesi gerekir. GKRY, Türkiye tarafından tanınmadığı için aktör olabilme imkanı olmadığını bildiğinden bölgesel bir konferans yerine ikili yollarla çözüm bulmaya çalıştı. İlk önce Mısır’a gitti, Lübnan’a gitti, İsrail’e gitti ve o dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin diplomatik anlamda belli bazı sıkıntılarından, bölgesel sıkıntılarından istifade ederek, çünkü Mısır’la aramız iyi değil, İsrail’le aramız iyi değil, bunları iyi kullandı.

Ardından Türkiye karşı atağa geçti. Libya ile yapılan bana göre Montrö Konvansiyonu'ndan sonra Türk diplomasisinin ikinci büyük zaferi olan, sırf denizle ilgili söylemiyorum bunu genel olarak söylüyorum, anlaşmayı beraberinde getirdi. Çünkü özellikle Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin yalnız bırakılmasına yönelik bir politikayı ortadan kaldırabilecek bir uygulamaya geçmiş olduk. Yunanistan veya GKRY buna bir karşılık vermek isteyecektir ama buna karşılık verebilecek bir argümanları artık kalmadı. Libya ile yaptığımız anlaşma aslında GKRY’nin yaptığı tek taraflı ve uluslararası hukuka aykırı devlet uygulamalarının bir karşılığıdır. Aynı zamanda gerek Yunanistan gerekse GKRY tarafından ve bazen de Mısır ya da İsrail tarafından Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yalnız bırakılmasının önüne geçen bir anlaşmadır.

SORU: Kıbrıs adası çevresindeki zenginlikler üzerinde bu kadar ihtilaf olmasına rağmen birçok yabancı yatırımcı burada faaliyet gösteriyor. Bunların faaliyetlerini siz normal buluyor musunuz? Hukuki anlamda riskleri varsa bu yatırımcılar nasıl buraya geliyorlar, bu riskleri nasıl göğüslüyorlar?

Hakan Karan: Türkiye’nin ekonomik menfaatinin bulunduğu, özellikle kıta sahanlığının bulunduğu bölgede zaten ne Total olsun ne başka bir şirket olsun herhangi bir arama araştırma faaliyeti ya da sondaj faaliyeti yürütemiyor. Buraya gelmesini özellikle donanmamızın da gayretiyle şu ana kadar engelleyebilmiş durumdayız. Orada kablo ve boru hattının çekilmesinde de büyük bir gücümüz var. Yani buna karşıyız. Dolayısıyla onların yürütmüş olduğu faaliyetlerin hemen hemen hepsi adanın güney kısmında ve Türkiye’nin üzerinde kıta sahanlığına yönelik olarak egemen yetkilerinin bulunmadığı alanlar. Türkiye Cumhuriyeti devletinin onların yaptığı faaliyetlere karşı bir önleyici ya da engelleyici bir devlet uygulaması yok. O yüzden bir sıkıntı yok onlar açısından. Rahatsız oluyorlar ama rahatsız olmaları orada bu faaliyetlerden kaçınmalarına yönelik bir rahatsızlık değil.

Ama biz 4,5,6 ve 7 nolu ruhsat alanlarına onları sokmadık. Bir İtalyan gemisinin uygulaması olacaktı. Onu da engelledik. Ondan sonra Fransızların gelebileceğinden söz ettiler, Fransızlar da gelmedi. Çünkü ticarette risk alınmaz. Büyük uluslararası şirketler riski gördükleri zaman ve özellikle bu riskin savaşa kadar gidebilecek sonuçlarının olduğunu anladıkları zaman bu yola gitmezler. Onlar mümkün olduğu kadar tam tersi, uyuşmazlık ortamının çok çabuk çözülmesini, ardından da mümkün mertebe ekonomik menfaatlere bir kazanımları uğruna çabucak girişebilmeyi arzularlar. Şu an için adanın güneyinde 4,5,6,7 nolu ruhsatlar haricinde herhangi bir engelleri yok. Zaten bölgede bundan 10 sene öncesinde söz edildiği kadarıyla da bir petrol ya da doğal gaz kaynağının olmadığı yönünde de veriler var.

SORU: Kıbrıs adası çevresindeki zenginliklerin paylaşılmasının en ideal, en makul yolu sizce nedir?

Hakan Karan: Uluslararası hukuk, karşılıklı ya da yan yana kıyısı olan devletler arasında münhasır ekonomik bölge veya kıta sahanlığına yönelik bir sınır ihtilafı çıktığında devletlere bazı yükümlüler getiriyor. Bu yükümlülüklerden birincisi her şeyden önce 'İş birliğine gideceksiniz' diyor. İş birliğine giderken bu ihtilafı bir anlaşmayla çözeceksiniz, anlaşma hakkaniyete uygun olacak, anlaşmaya varamadığınız takdirde meseleyi yargı yoluna götüreceksiniz.

Anlaşacağınız ya da yargı yoluna götüreceğiniz husus sınır ihtilafı. Bir egemenlik veya egemen yetkilerini kullandığınız alandan bahsediyoruz. Böyle bir konuda devletlerin anlaşmaya varabilmesi, varamadıkları takdirde bunu yargı yoluna götürmesi çok zor. Her iki devlet için de toplumsal baskılar altında egemenliğinizle ilgili bir konuyu çözümlemek çok zor. Çözümleyebilseniz dahi anlaşmaya varmak ya da yargı yoluna gitmek yıllar alabiliyor ve bu esnada oradaki ekonomik değerler duruyor.

Bunu gören uluslararası hukuk diyor ki 'Anlaşmaya varıncaya kadar, yargı yoluna gidinceye kadar bu anlaşmayı geciktirecek devlet uygulamalarından kaçının ve mümkünse ileride anlaşmayı mümkün kılabilecek tedbirler alın.' Bu geçici tedbirlerden en önemlisi müşterek işletim. Uluslararası hukuk, 'İhtilaflarda anlaşmaya varılıncaya kadar ya da yargıda bir karar çıkıncaya kadar müşterek olarak o bölgeyi işletin.' diyor.

Bu formülün en güzel uygulanabileceği alanlardan ikisinin Ege Denizi ve Doğu Akdeniz olduğuna inanıyorum. Yunanistan diyor ki Ege’nin tamamı benim. Halkta da bölge bir algı oluşmuş durumda. Biz de diyoruz ki 'Bu adaların tamamı Yunanlılara bırakılmayacak kadar bizimdir, üzerinde egemenliğimiz var. Karasularımızın daha fazla olması lazım. Bizim kıyı şeridimiz daha fazla. Herhangi bir sınırlandırma olacaksa bunun ana karalar arasında olması lazım.' Bu yönde bizim toplumumuzda da bir algı oluşmuş durumda.

Her iki devletin hakkaniyete uygun farklı tarzda çözüme gitmesi her iki devlette de 'kayıp' olarak görünecek. Söylediğimiz formül, bu kaybın olmadığını egemenlik alanlarınızdan sarfınazar etmediğinizi ortaya koyabilecek bir metottur. Diyoruz ki egemenlik konusunu müşterek işletelim. Biriyle müşterek malik olduğunuz bir yeri düşünün. 'Müşterek işletelim veya kiraya verelim kira parasını paylaşalım' diyebilirsiniz. Buna benzer bir durum.

SORU: Bu durumda müşterek işletmenin şartları ne olabilir?

Hakan Karan: Müşterek işletme doğal olarak bir anlaşmaya dayanacak. İki taraf anlaşacak ve buradaki arama faaliyetlerine izin verecekler. Diyecekler ki 'Arama faaliyetleri sonucu ortaya çıkan değerleri müşterek işletelim.' Müşterek işletim içinde ruhsat alanlarının belirlenmesi, daha sonra sondaj yapılması var, çıkan ekonomik değerlerin kazanımı var. Ekonomik değerleri hangi oranlarda paylaşacakları iki devletin anlaşmasına bağlı. Geçici çözüm anlamında örnek olarak şunu diyorum. Yüzde 20-20 paylaşalım. Geriye kalan yüzde 60'ı ileride sınır ihtilafı çözüldüğünde veya tam oranlar belirlendiğinde ihtilafın çözüldüğü oran çerçevesinde taraflara dağıtalım. Yani yüzde 60'ı bankaya koyalım. Bu faize koyulsun veya ekonomik anlamda o paradan nasıl istifade ediliyorsa öyle olsun.

Böyle bir çözüm sadece Türkiye ve Yunanistan arasında karşılıklı olarak sorunu çözmeyecek, bu sorunu uluslararası şirketler de destekleyeceklerdir. Çünkü karşılarına ihtilafın olmadığı, faaliyette bulunabilecekleri bir alan ortaya çıkacak ve para kazanacaklar. Dolayısıyla bunu dünyadaki bütün devletlerin isteyebileceği kanaatindeyim.

Bu öneri KKTC tarafından GKRY’ye, Türkiye tarafından Yunanistan'a götürülmüş olmasına rağmen şu ana kadar kabul edilmedi. Ama sonunda ben çözümün bu olacağına inanıyorum. Çünkü Yunanistan’daki ekonomik durumu ve dünyadaki krizi düşünürsek oradaki ekonomik değere erişimi yüzlerce yıl sonrasına bırakmanın bir manası olduğunu düşünmüyorum.

SORU: Dünyada kıta sahanlığı sorunlarına uluslararası yargı yoluyla getirilmiş çözümlere bakıldığında Doğu Akdeniz veya Ege'deki durum için neler söylenebilir? Türkiye için uygun olabilecek örnekler var mı?

Hakan Karan: Çok fazla örnek var. Uluslararası hukuka göre devletler ya anlaşır ya da yargı yoluna gider. Her iki durumda ana prensip hakkaniyet ilkesi. Eşitlik her zaman hakkaniyet demek değildir. Biz hukukta deriz ki 'Eşitlik eşitler arasındadır.' Eşit değilseniz ortadan yarıya bölmenin manası yok.

Yunanlılar adalardan başlayarak eşit uzaklık prensibinin uygulanmasını söylüyor ve adalara tam etki veriyor. Türkiye olarak biz de diyoruz ki 'Bölümlenme ana karalardan başlar.' Yunanistan'ın çok fazla sayıda adası var. Bunların bir kısmı kendi ana karasına, bir kısmı Türkiye'nin ana karasına, bazıları da tam orta hatta şekillenmiş durumda. Bazılarının da aidiyeti belli değil, aidiyetinin bizde olduğunu iddia ediyoruz.

Buradaki mesele şu. Adalara kıta sahanlığı verecek miyiz, vermeyecek miyiz? Türkiye'nin başından beri savunduğu görüş, adaların ve özellikle Türkiye ana karasına yakın Yunan adalarının herhangi bir şekilde kıta sahanlığı veya MEB’lere etkisinin olmayacağı yönünde. Yunanistan, mesela Kaş karşısındaki 12 kilometrekarelik ve ekonomisi Türkiye ile ticarete bağlı Meis Adası'na tam etki vererek Türkiye'nin neredeyse deniz yetki alanları kaybolacak şekilde sınırlandırma yapmaya çalışıyor. Bunun kabul edilebilirliği var mıdır?

Uluslararası hukukta yargı kararlarının önemi çok büyüktür, bunlardan da Uluslararası Adalet Divanı'nın kararları önemlidir. Uluslararası yargı kararlarının önemli bir kısmı, yüzde 90'ına yakını şunu söylüyor: Adaların etkisi varsa dahi az etkisi vardır. Bu yüzde 90’ın yüzde 40’ı adalara hiç etki vermiyor ve 'Ana karalar esas alınır.' diyor. Bunun ötesinde 'Bu sınırlandırmada adalar hakkaniyet ilkesi çerçevesinde göz önüne alınabilecek özel durumlardan da değildir.' diyor. Uluslararası Adalet Divanı bunu söylerken adanın coğrafi anlamda nerede bulunduğuna da bakıyor. Özellikle Anadolu tarafındaki Yunan adaları gibi, Meis olsun başka adalar olsun, bunlarda adalara hiç etki vermiyor ve 'Bunların kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölgesi olmaz' diyor.

Bunun en son örneği bir AB ülkesi olan Romanya ile Ukrayna arasındaki Yılan Adası. Yılan Adası Ukrayna’nın adası ama Romanya’ya daha yakın. Ukrayna ile Romanya arasındaki sınır itilafı çözülürken Yılan Adası'na Uluslararası Adalet Divanı hiçbir etki tanımadı. Bu karar Yunanistan'daki meslektaşlarımızı çok rahatsız etti. Çünkü benzeri durum onlar için de geçerli. Ukrayna yerine Yunanistan'ı koyun, Romanya yerine Türkiye'yi koyun. Yılan Adası yine Romanya'ya biraz uzaktı. Yani Meis gibi, Sakız gibi adaları dikkate alacak olursak bunlara tam etki verebilme ihtimali hiç yok. Bana göre olması gereken hiç etki verilmemesi. En azından az etki verilebileceğini söylemek çok kuvvetle muhtemel.

Bir de ada devletleri var. Kıbrıs'ın bütününü devlet olarak görmüyoruz ama ben Malta örneğini vereceğim. Bu örnekte Malta örneğini bir devlet ve ana kara olarak görüyor. Libya ile Malta arasında bir dava vardı. Uluslararası Adalet Divanı sınır ihtilafında kıyı uzunluklarını değerlendirdi. Libya'nın Malta Adası'na bakan kıyı uzunluğuna orantısal olarak baktığında Malta Adası'na daha az etki vererek ve Libya'ya daha fazla kıta sahanlığı tanıyarak sınırlandırmayı gerçekleştirdi.

Kıbrıs Adası'yla ilgili yapılacak her türlü değerlendirme ileride problemleri olan İtalya ve Malta arasındaki değerlendirmeyi de etkiliyor. Örnek olarak, İtalya'nın ortaya çıkıp 'Türkiye'nin Kıbrıs Adası'yla ilgili yaptığı devlet uygulaması, sınırlandırma uygulaması ya da iddiası haksızdır.' diyebilme lüksü yok. Her ne kadar ikisi de AB ülkesi olsa dahi ikisi de bağımsız devletler. Günün sonunda bu ihtilafı çözerken İtalya diyecektir ki doğal olarak, 'Malta Adası'na daha az etki verilmesi lazım.'

SORU: O zaman böyle bir durumda AB de bir bütün olarak karar alamamış olacak, öyle mi?

Hakan Karan: Evet, alamıyor. Başka bir örnekten bahsedeyim. Libya anlaşmasından sonra ister istemez Yunanistan 'Buna karşı ne yapabilirim?' diye düşünmeye başladı. Karşısında anlaşma yapabileceği en önemli ülke Mısır. Mısır'a gitti, 'Sınırlandırma anlaşması yapalım.' dedi. Yunanistan diyor ki 'Ben Girit'ten itibaren sınırlandırma yaparım. Girit'ten itibaren yaparsa anlaşma Mısır'ın aleyhine sonuçlanacak. Mısır'ın Yunanistan ile böyle bir anlaşma yapabilme ihtimali yok. Yani Türkiye'nin yaptığı uygulamanın meşruiyeti buradan ortaya çıkıyor zaten. Hiçbir devlet Yunan adasına tam etki vermeyecek durumda. İki gün sonra örnek olarak 'Libya'da hükümet değişir vesaire, anlaşma feshedilir.' deniyor. Böyle bir anlaşmayı fesheden Libya'daki herhangi bir rejim devletini inkar etmiş olacaktır, halkına cevap veremeyecektir. Bunun geçmişine yönelik çok büyük sakıncaları ortaya çıkacaktır. Feshetme ihtimali yok çünkü Yunanistan başından itibaren Girit Adası ve Libya arasındaki orta hattan, eşit uzaklık prensibinden sınır çizmeye çalışıyor. Yani bu anlaşma ne kadar Türkiye'nin lehine ise o kadar Libya'nın da lehinedir.

SORU: Doğu Akdeniz konuları ve Libya anlaşması gündeme geldikten sonra deniz hukuku alanındaki çalışmaların da önemi ortaya çıktı. Ankara Üniversitesi Deniz Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi de bu konuda çalışmalar yürütüyor. Merkezin çalışmalarını ve önemini anlatır mısınız?

Hakan Karan: Dünyanın yüzde 70'inden fazlasının denizlerden oluştuğunu bilelim. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bu yüzde 70'in tamamının üzerinde egemen yetkilerine yönelik birtakım devlet uygulamalarına girişebileceğini, menfaatlerini koruyabileceğini, menfaatlerini orada işletebileceğini bilmek gerekiyor. Örnek olarak, her ne kadar Türkiye'nin Somali'nin deniz yetki alanlarında hiçbir egemenliği olmasa dahi Somali'nin çağrısı üzerine biz orada araştırma yapabilme, yapmış olduğumuz arama araştırma ve sondaj faaliyetleri sonucu çıkan değerleri, yüzde 50'den aşağı olmayacaktır bu rakam, elde edebilme imkanına sahibiz. Fakat gözümüz bunları görmüyor. Türkiye özellikle 2011 yılından bu yana doğru bir yolda gidiyor. Benzeri olay Mobil uygulamasında, Shell'de vesairede geçerli. Yani bu şirketler geliyorlar, kendilerine ait olmayan bir ülkenin topraklarında, denizlerinde arama yapıyorlar ve elde ettikleri değerlerin yüzde 50 ile yüzde 70'ini kendilerine alıp geri kalan yüzde 30'unu asıl sahibi olan devlete bırakarak bu işten kazanç sağlıyorlar. Bunu niye Türkiye yapamasın? Denizlerin tamamını düşündüğümüz zaman ve özellikle sorunlu denizleri de düşündüğümüz zaman bunların hukuken korunabilmesini sağlayan hukuki adımların da atılabilmesi lazım. Bunlara yönelik araştırmaların yapılabilmesi lazım.

Dünyada bu yönde faaliyet gösteren hemen hemen her ülkede bir araştırma merkezi var. Amerika'da özellikle Virginia Üniversitesi bunu yürütüyor. Avusturalya'da örnekleri var. Yani hemen hemen her gelişmiş ülkenin denizdeki kendi devlet uygulamalarını ya da faaliyetlerini hukuki anlamda destekleyecek araştırma faaliyetleri yapan merkezler var. 2015 senesinden de önce bunun örneğinin Türkiye'de de kurulmasına yönelik bir anlayış vardı. 2014'ün sonunda Sayın Cumhurbaşkanımızın imzasının olduğu bir Bakanlar Kurulu kararı çıktı. Denizde bilimsel araştırmaların desteklenmesine dair belge kabul edildi. Bu Bakanlar Kurulu kararının içine Dışişleri Bakanlığı tavsiyesiyle 'deniz hukuku alanındaki araştırma ve bilimsel faaliyetlerin desteklenmesi' ibaresi eklendi. Buna bağlı olarak Dışişleri Bakanlığı Ankara Üniversitesine dedi ki 'Böyle bir Bakanlar Kurulu kararı var. Bunun gereği olarak özellikle üniversiteler hukuk fakülteleri, YÖK, TÜBİTAK hepiniz bir aktörsünüz ve bir araştırma merkezinin kurulmasının tavsiye ediyoruz.' Bu tavsiye rektörlükçe uygun bulundu ve araştırma merkezi kuruldu. Biz özellikle yapacağımız araştırma eğitim faaliyetleri dolayısıyla birincisi akademik anlamda deniz hukukuyla ilgili politikaların oluşturulmasına, var olan politikaların hukuki dayanaklarının ortaya konulmasına yardımcı olmaya çalışacağız. En önemlisi de bunun ulusal ve uluslararası farkındalığının yaratılmasına çalışacağız. Bu aslında lobi faaliyeti. Çünkü dünyada uluslararası farkındalığı yaratmaya yönelik bütün çalışmalar bakanlıklar vasıtasıyla değil bunun yerine bir nevi bilimsel araştırma merkezleri ya da enstitüler marifetiyle yürütülüyor. Biz bunu yapmak için kurulduk.

Daha sonra sıkıntılarımız oldu. YÖK mevzuatından kaynaklanan bir sıkıntımız şu. Bir bütçemiz yok. Ayrı bir personel istihdamımız yok. Üniversite size bütçe, personel veremiyor. Bunu nasıl aşabiliriz diye düşündük. En sonunda 6550 sayılı araştırma altyapılarına dair kanun çerçevesinde desteklenebileceğimizi anladık. Sanayi Bakanlığı tarafından yürütülüyor çabalar. Onunla ilgili 5 sene önce bir başvuruda bulunduk. 5 sene sonunda 'Herhalde bir iki ay içinde neticelenecek' deniliyor ama çok yavaş yol aldık. Buna karşılık çok fazla bilimsel araştırma faaliyetinde bulunduk. Dünyada birçok ülkede iş birliğine gittik. Bunlarla araştırmalar, sempozyumlar, çalıştaylar organize ettik. Bunları daha da artırmak istiyoruz. Ama artırabilmek için farkındalığımızı artırabilmemiz lazım. Biz uluslararası farkındalık yaratabilmek için kurulduk. Baştan ulusal farkındalığın bu kadar önemli olduğunu bilmiyoruz. Halbuki şunu öğrendik. Uluslararası farkındalık yaratabilmek için ulusal farkındalığı yaratabilmeniz lazım. Ulusal farkındalığı yaratabilmeniz için bırakın üniversiteyi, fakülte içinde bile farkındalık yaratabilmeniz lazım. 5 senedir bunun mücadelesini veriyoruz. Bunu umarım ileride neticelendireceğiz.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.