ŞEMS-İ TEBRİZİ
Şems-i Tebrizi diyor ki, “Başkasının rızkını sana vermezler, öyle ise vücudunu niçin üzmede, öldürmedesin”
Peygamberlerin, velilerin ve sultanların yanlarına sırlarını açabilecekleri yakın olabilecekleri onlara yardımcı olacak Zümrüdüanka’lar verilmiştir.
Bu olayı açarsak Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (S.A.V.) Hz. Ebubekir, Osman Gaziye Şeyh Edebali, Fatih’e Akşemseddin, Hz. Mevlânâ’ya Şems-i Tebrizi... bu örnekleri bir hayli sıralamak mümkün.
Konumuz olan Şems-i Tebrizi, Hz. Mevlana’nın Zümrüdüankasıdır. Onu Allah aşkının yollarında yoğurmuş, pişirmiş ve ona doğru uçurmuştur. Öyle bir uçurma öyle bir kavuşturma ki geceler, günler, haftalar, aylar boyu süren bir yolculuk.
“ŞÜKRANE OLARAK BAŞIMI VERİRİM!”
Şems Konya’dan ayrıldığında divane olmuş bir Mevlânâ görürüz. Yolunu kaybetmiş, vuslatına erdiği Allah’ının yollarına tekrar düşebilmek için onu arıyor, ağlıyor çırpınıyordu.
Şems’i Şam’da gördüm diyen bir yalancıya bile elindekini avucundakini veriyor.
Ya Şems, hizmetinde bulunduğu Şeyhler ona kafi gelmiyor. Onun aradığını ona veren yok, hep bir şeyler aramada, yıllarca oradan, oraya geziyor.
Rüyasında diyorlar ki aradığın Rûm diyarında Mevlânâ Celaleddin’dir. Biz sana bunu müjdeleriz ancak buna karşılık sen bize ne verirsin.
Şems tereddütsüz cevap veriyor
-Başımı....
İşte Mevlânâ İşte Şems
Azeri Türklerinden Melikdad oğlu Ali adında bir zatın oğlu Şems, Tebriz’de doğar. Asıl adı Muhammeddir.
Ahmet Eflâki eserinde
“Benim Tebriz’de Ebubekir adında bir şeyhim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan çok bilgiler öğrendim. Fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim görmüyordu. Zaten hiç kimse de görememişti. “İşte bunu Hüdavendiğarım Mevlânâ gördü” demekte ve böylece ilk şeyhinin Tebrizli Ebubekir Sellebaf olduğunu ifade etmiştir.
Ebubekir Sellebaf’la başlayan arayışı, ondan aldığı seyahat izniyle başlar. Secaslı Şeyh Rükneddin, Tebrizli Şeyh Şahabeddin Mahmut, Cent’li Baba Kemal dolaştığı, vardığı, hizmet ettiği, feyz aldığı ancak arayışını durdurmaya vesile olmayan velilerdi.
Bağdat’a geldi Evhadüddin-i Kirmani ile buluştu onda da aradığını bulamadı.
Gördüğü bir rüya’da;
“Madem ki ısrar ve arzu ediyorsun; o halde şükrane olarak ne vereceksin” diye bir ilham gelince;
Şems;
-Başımı veririm dedi.
Cevabına karşılık gayb aleminden
“Bütün kainatta, Mevlânâ’yı Rum-i Hazretlerinden başka senin şerefli arkadaşın yoktur.” diye bir ses geldi.
Şems “işte diyor onunla buluşmak ve yoluna başımı vermek üzere onu görmeye Anadolu’ya doğru yola çıktım”
Bu arada Hz. Mevlânâ Şeyhi Burhaneddin Tirmizi’ni feyzi ile bir çok makamlar aşıyor, her geçen gün daha da ilerliyordu. Şeyhi isim vermeden Şems-i Tebrizi’yi ona müjdelemişti. Aslında Hz. Mevlânâ Şems’i Şam’da öğrencilik yıllarında görmüştü.
“DÜNYANIN SARRAFI BENİ ANLA!”
Şam çarşısında gezerken garip kılıklı bir derviş yanına sokularak ona;
-Dünyanın sarrafı beni anla... demişti.
Mevlânâ bu garip dervişe o zamanlar hiçbir anlam verememişti.
Hocası Burhaneddin Tirmizi’nin Kayseri’de vefatından sonra Hz. Mevlânâ çok yalnız kalmış, kendini Konya’da dersler vermeye, öğrenciler yetiştirmeye vermiştir.
Ta ki o güne, o karşılaşma günü gelinceye kadar. O gün iki deniz karşılaşmış ve kavuşmuşlardı. İlmin doruğunda ki Hz. Mevlânâ için yepyeni bir sayfa açılmıştı. Her ikisi de yıllardır birbirlerini sebebini bir türlü izah edemedikleri bir arayışla aramışlardı. Bu bir kavuşma günüydü.
Her ikisi de Veli olarak yaratılmışlar, velilere yakışır bir hayat sürmüşlerdi. Birbirlerini tamamlamaları ilahi bir emirdi. Ve onun zamanı gelmişti.
İlahi aşk yolunun mürşidi Şems, müridi Mevlânâ idi. Üç ay geceli-gündüzlü bir çok makamı geçtiler. Mevlânâ yabancı olduğu bu sahada mânâ aleminin bilinmedik, sırrına erişilmedik makam ve yollarını Şems’le birlikte geçiyor, geçiyordu.
Ya Konya ne yapıyordu bu sürede, önce olgunlukla karşılamıştı. Ancak günler geçtikçe hele aylar geçtikçe Mevlânâ’nın yüzünü göremedikçe nereden geldiği belli olmayan bu adama onlara Mevlânâ’nın yüzünü bile göstermeyen bu adama kızmaya, öfkelenmeye başlamışlardı bile.
SULTAN VELED DİYOR Kİ;
“Ansızın Şemseddin çıkageldi, ona ulaştı. Mevlânâ’nın gölgesi O’nun ışığında yok oldu. Aşk aleminin ötesinde defsiz, sessiz bir sedadır erişti. Şems ona Mâşuk halinden bahsetti. Mevlânâ bilgisiyle nihayet ulaşmıştı. Şimdi ise yeni baştan başladı. Evvelce Mevlânâ'ya uyulurdu. Bu sefer, o Şems’e uydu; Şems Maşuk erenlerindendi.
Şems babamı muhabbete davet ettikçe babam, Allahü Teâlâ’nın muhabbetinden yanıp kavruluyordu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir an ayrılamıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam, pek büyük manevi derecelere yükseldi.
Şems, Mevlânâ’yı hiçbir kimse ile görüşmemesini, konuşmamasını tembih edip yasaklamıştır.
Onu soranlara;
-Onu görmek için ne getirdiniz, ne vereceksiniz diyor
Onlar da;
-Sen ne getirdin ki, bizden ne istiyorsun diyorlar
O da;
-Kendimi getirdim, Başımı onun yoluna feda ettim diyordu...
Bu cevaplar gelenleri daha da çok kızdırıyor. Şems hakkında fitne ve fesat adeta azıyordu.
Şehrin ileri gelenleri, Mevlana’ yı ellerinden alan bu adama Mevlana’ nın değer vermesini bile hayretle karşılıyorlardı. Haset ve kınama had seviyeye çıktı. Ve Şems geldiği gibi aniden gidiverdi.
Tarih 1246 Şubatının 15. Gününü gösteriyordu. Şems ikinci defa kayboldu.
Üstelik onun nereye gittiğini o gün için hiç kimse de bilmiyordu. Mevlânâ gözyaşları döküyor, ağlıyor, bağırıyordu, çaresizdi. Bir gazelinde şöyle diyordu:
“Ey münadi nerede bir topluluk görürsen bağır, Ey müslümanlar, hiç kaçmış bir kul gördünüz mü?” “Ondan bir nişane bildirene, Ondan bir nükte söyleyene müjde olarak canımı vereceğim”
Bir yalancı, Şems’i Şam’da gördüm dedi. Derhal elbiseleri, feracelerini adama verdi.
Dediler ki bu yalancının biridir. Şam’a falan da gitmedi.
Dedi ki,
Biliyorum, eğer doğru olsaydı canımı verirdim.
Birkaç ay sonra Sultan Veled, Şemsin Şam’da olduğunu tespit ederek Mevlânâ’ya müjde verdi.
Üç mektup gönderdi Mevlânâ, öylesine üç mektup ki her birinin cevabını aylarca bekledi yana, yakıla.
(Devamı Gelecek)


Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.