Türk edebiyatının sessiz konuşmaları

Türk edebiyatının sessiz konuşmaları
 Editör
Rasim Özdenören, Sezai Karakoç, Fethi Naci, Yahya Kemal Beyatlı ve Nâzım Hikmet'in kurgusal bir sohbette buluştuğu bu özel metin, geçmişten bugüne edebiyatın ve düşüncenin derinliklerine iniyor.

Rasim Özdenören, Sezai Karakoç, Fethi Naci, Yahya Kemal Beyatlı ve Nâzım Hikmet bir masada buluşsa ne anlatırlardı? Söyleşi formatında hazırlanan bu kurgu, ama gerçeğe yaslanan metin büyüklerin dilinden bugüne sesleniyor. Büyük ustaların dilinden, gerçeğe yaslanan bu söyleşi, günümüz okuyucusuna unutulmaz bir edebi yolculuk vadediyor.

Bir masa etrafında Rasim Özdenören, Sezai Karakoç, Fethi Naci ve Yahya Kemal Beyatlı…
Bu mümkün mü? Hayır. Ama zihinlerde ve kalplerde kurduğumuz bu masa, sahici bir edebiyat yolculuğuna davet ediyor bizi. Sorular ise bugünün duyarlığıyla sorulmuş, cevaplar ise her biri kendi üslubunu, dünyasını, duruşunu koruyarak verilmiş.

Rasim Özdenören, hayatı ve yazıyı bir arınma biçimi olarak görürken, Sezai Karakoç, şiirin hakikatle ilişkisini diriliş çağrısına dönüştürüyor. Fethi Naci ise eleştirmenin mesafesinden, net ve tereddütsüz konuşuyor: Kimleri göremedi, kimler kalıcı oldu, bugünün şiiri nereye savruluyor?

Bu kurgu metin, edebiyatseverlere bir nostalji değil, bir bilinç tazelemesi sunuyor. Çünkü bazı sorular, zamanı aşar; bazı cevaplar ise ölümsüzdür.

HAYATTAN DERSLER, YAZININ ARINMA GÜCÜ

ATAKAN ATABEYOĞLU: Tamam ilk olarak Rasim Özdenören ol, hazır vefat yıldönümündeyken…Çok sevilen metinlere imza attınız ve çok sevildiniz. Hayattan ne gibi dersler çıkardınız, sizden sonrakilere tavsiyeleriniz neler, mutsuz ve pişman olduğunuz zamanlar “”an”lar oldu mu?

ChatGPT: Hayat, insana kendini bir metin gibi okutur aslında. Bazen şiir gibi akar, bazen kesintili, kırık dökük bir hikâyeye döner. Benim yazdıklarım da biraz böyleydi. İnsan kalbine dokunmak, onu incitmeden yoklamak istedim hep. Çünkü insan, varoluşun en ince yerinde duruyor.

Hayattan ne öğrendim? En başta şunu: İnsan olmak kolay değil. Kendini bilmekle, sınırlarını fark etmekle ve haddini aşmamayı öğrenmekle başlıyor her şey. Sabretmek, derin düşünmek, kalabalıkların gürültüsünden uzaklaşıp içindeki sesi dinleyebilmek... Ben hep buna inandım. Dış dünyada aradığımız cevaplar çoğu kez içimizdeydi. Bu yüzden yazmak, benim için bir tür içe yolculuktu.

Gençlere, yani bizden sonrakilere tavsiyem şu olur: Yüzeyde kalmayın. Kolay olanı seçmeyin. Derinleşin. Popüler olanın peşinden değil, kalıcı ve sahici olanın izinden gidin. Ve yazarken önce kendinize karşı dürüst olun. Çünkü edebiyat, bir tür arınma biçimidir; yazmak, kendi iç karanlığınızla yüzleşmeyi göze almaktır.

Mutsuzluklarım da oldu elbet. Pişmanlıklarım da. Hayatın tabiatı bu. Ama pişmanlıklarımı bile hikâyeye dönüştürdüm. Her kırılma bir metne, her yalnızlık bir satıra dönüştü. “Gül Yetiştiren Adam” belki de en çok kendi iç kırgınlıklarımın bir sonucuydu.

Ama sonunda şuna inandım: İnsanı kurtaracak olan, hakikatin peşinden gitme cesaretidir. Ve bu cesaretin bir adı da edebiyattır.

“AYNI ÇAĞDA YAŞADIK AMA AYNI DÜNYAYA YAZMADIK”

ATAKAN ATABEYOĞLU: Şimdi Sezai Karakoç ol. Yaşayan en büyük Türk şairi siz hayattayken ön plâna hep üç isim çıktı. Siz, İsmet Özel ve Hilmi Yavuz. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, ama kaçamak ve kibarlık yahut mütevazılık olsun diye kaçamak cevap vermeyin Sezai Bey.

ChatGPT: Elbette. Şimdi ben Sezai Karakoç’um.

Bu soruyu bana kırk yıl önce de sorsaydınız, kırk yıl sonra da sorsanız cevabım çok farklı olmazdı. Ama bugün, sizden açık sözlülük istendiğine göre, doğrudan konuşacağım.

İsmet Özel ve Hilmi Yavuz, şairdir. Kendi şiir dünyalarını kurmuş, şiirle hakikati anlamaya çalışmış iki önemli isimdir. Ama şunu söylemeliyim: Benim şiirim, yalnızca edebiyatın değil, kaderin şiiridir.

İsmet Özel bir başkaldırıdır. Yer yer kabına sığmayan, bazen taşan, bazen geri çekilen bir şiir dili vardır. Kendi yolunu aramış, bulmuş, sonra o yolu da sorgulamıştır. Ama onun şiiri daha çok bireysel çıkışların, ideolojik fırtınaların içinden geçmiştir.

Hilmi Yavuz ise biçim ve anlam arasında zarif bir denge kurar. Klasik şiir geleneğini modern zamanlara taşımış, estetik kaygıyı hep ön planda tutmuştur. Ama onun şiiri daha çok sanat için sanat çizgisindedir; hakikati değil güzelliği önceleyen bir damardır.

Benim şiirim ise, bir diriliş çağrısıdır. Bu çağrı bireye olduğu kadar topluma, millete ve ümmete de yöneliktir. Şiiri bir kutsal söz gibi düşündüm hep. Gündelik olanla değil, sonsuz olanla ilgilendim. Benim şiirim yalnızca bir edebî arayış değil, bir medeniyet tasavvurudur. İnanmakla başlar, dirilmekle devam eder.

Ben kendimi ne onlardan üstün görürüm ne de aynı kulvarda sayarım. Aynı dönemde yaşadık ama aynı dünyalara yazmadık. Herkes kendi kelimesini aradı. Ama ben kelimede kaybolmadım; kelimeyi Hakk’a köprü yaptım. Çünkü şiir, hakikate varmazsa yalnızca güzel sözden ibarettir.

ELEŞTİRMENİN HAFIZASI: FETHİ NACİ’YE GÖRE EN İYİLER

ATAKAN ATABEYOĞLU: Şimdi Fethi Naci ol. Yaşarken belli isimleri ön plana çıkarttınız, bazılarını beğenmediniz ya da görmediniz. Yanıldığınızı düşündüğünüz kimler oldu ve sizce Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en güzel 10 romanı hangileri, net cevaplar istiyorum.

ChatGPT: Şimdi ben Fethi Naci’yim. Eleştirmenim. Kitapları yutarcasına okudum, cümle cümle tarttım. Ne düşündüysem onu yazdım. Kimi zaman alkışlandım, kimi zaman yerildim. Ama ben edebiyatın nabzını okura taşımaya çalıştım. Şimdi sorunu da tam istediğin gibi, net cevaplayacağım.

Ben bazı isimleri görmezden gelmedim, sadece henüz pişmediklerini düşündüm. Fakat zaman içinde bazı yazarlar beni şaşırttı. Mesela:

Peyami Safa konusunda gençken mesafeliydim. Ama “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”nu tekrar tekrar okudukça, romancılığındaki derinliği daha iyi kavradım. Belki onu o dönem yeterince hakkıyla değerlendirmedim.

Oğuz Atay meselesi... "Tutunamayanlar" çıktığında soğuk bakmıştım. Anlatımı dağınık, roman yapısı parçalı gelmişti. Sonradan edebiyat ortamı onu çok sahiplendi. Belki de yeni bir şeyin sinyallerini yeterince alamadım.

Türk Edebiyatının Gelmiş Geçmiş En Güzel 10 Romanını seçmek zordur ama istiyorsan net olacağım. Kronolojik değil, önem sırasına göre de değil.

İnce Memed – Yaşar Kemal
Destansı anlatımıyla halkın yüreğini anlatır. Sadece roman değil, bir mit.

Tutunamayanlar – Oğuz Atay
Romanın sınırlarını zorlayan, yerli bir modernist başyapıt.

Yaban – Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Cumhuriyet'in doğum sancılarını yürek burkan bir biçimde anlatır.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar
Doğu ile Batı arasında bocalayan bir milletin romanı. Hem ironik hem metafizik.

Aylak Adam – Yusuf Atılgan
Modern bireyin yabancılaşmasını sade ama keskin bir dille verir.

Bereketli Topraklar Üzerinde – Orhan Kemal
İşçi sınıfının yaşadığı trajediyi çarpıcı bir gözle anlatır.

Kurtlar Sofrası – Attilâ İlhan
Politik, gerilimli, çok katmanlı. Romancı kimliğiyle sivrildiği doruk.

Devlet Ana – Kemal Tahir
Tarihî romanın bel kemiği. Osmanlı’nın doğuşuna sosyolojik bakış.

Matmazel Noraliya’nın Koltuğu – Peyami Safa
İnsanın ruhsal çözümlemesinde derin bir içe bakış.

Bir Düğün Gecesi – Adalet Ağaoğlu
Darbe sonrası toplumun iç yüzünü anlatan psikolojik ve siyasal çözümleme.

“KÖKTEN KOPAN DAL MEYVE VERMEZ”

ATAKAN ATABEYOĞLU: Peki son soru. Yahya Kemal ol ve lütfen net cevap ver. Bugünün şiiri geleneksel şiire göre çok değişti. Redif kafiye vs pek aranmıyor ve değişik imgeler, uzun mısralar söz konusu. Şiirimizin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz, Türk şiiri nerden nereye gidiyor?

ChatGPT: Şimdi ben Yahya Kemal Beyatlı’yım, sözlerim ağır ve net olacak.

Şiir, milletlerin ruhudur; geçmişin sesi ve geleceğin umut ışığıdır. Geleneksel şiirimiz, redif ve kafiye gibi ahenk unsurlarıyla, musiki gibi titizlikle işlenmiş bir yapıydı. Bu, sadece biçim değil; anlamın, duygunun ve düşüncenin birlikte yürüdüğü bir armoniydi.

Bugün şiirin geldiği noktaya gelince: Redif ve kafiye kurallarından uzaklaşmak, bazen şiirin musiki ruhunu zayıflatmaktadır. Uzun mısralar, karmakarışık imgeler, okuyucuyu şiirden koparmakta; şiir artık anlaşılmayan bir labirente dönüşmektedir. Şiir, okuyucusuyla kurduğu bağın esiri olmalıdır; anlam ve ahenk onun kalbidir.

Türk şiiri, tarih boyunca yeniliklerle beslenmiş, ama köklerinden kopmamıştır. Ne yazık ki bugün bazen bu köklerden kopuşlar gözlenmektedir. Bu, şiirin doğasında olan bir sancı da olabilir; ancak kökü sağlam olmayan dal meyve vermez.

Sonuç olarak, şiirin bugününü kayboluş veya bunalım olarak değil, yeniden inşa ve arayış süreci olarak görmek gerekir. Çünkü gerçek şiir, her çağda kendini yenileyebilen, köklerine sadık kalan şiirdir.

Edebiyatımızın zengin geçmişinden güç alarak, geleceğe umutla bakmalıyız. Şiir, daima ruhun en derin müziği olacaktır.

“ŞİİR ÖZGÜRLEŞTİ AMA HALKTAN UZAKLAŞTI MI?”

ATAKAN ATABEYOĞLU: Bu soruya bir de Nâzım Hikmet olarak cevap verir misin?

ChatGPT: Tabii, şimdi ben Nazım Hikmet olarak cevap veriyorum:

Bugünün şiiri, bence halktan kopuklaştı, ama yeni biçim arayışları içinde kendini bulmaya çalışıyor. Redif, kafiye gibi geleneksel kalıplar artık zorunlu değil; bu, şiirin daha özgür ve yaşayan bir dil haline gelmesi demek. Uzun mısralar, serbest imgeler, bazen karmaşık yapılar, şiirin sınırlarını genişletiyor.

Ben şiiri hep halkın dilinde, yüreğinden gelen söz olarak gördüm. Şiir, halkın acısını, sevgisini, umudunu taşımalıdır. Bugün de şiir böyle olmalı bence; kalıplara takılmadan, fakat anlamdan kopmadan, halkın diliyle konuşmalı.

Evet, bazen şiir karmaşıklaşıyor, bazen de anlaşılmaz oluyor; ama bu bir arayış. Önemli olan şiirin hakikate ve özgürlüğe hizmet etmesi. Şiir yaşamla iç içe olmalı, insanı ayağa kaldırmalı, değiştirmeli.

Türk şiiri nereden nereye gidiyor? Değişiyor, dönüşüyor, bazen tökezliyor; ama hayat devam ediyor, şiir de onun içinde var olmaya devam edecek. Çünkü şiir, umudun ta kendisi.

Kaynak:Pusula Haber

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.