Zehra Nalbant

Zehra Nalbant

Geçim, geçinmek…

Geçim, geçinmek…

İnsanla, dünyayla, cüzdandaki parayla, faili meçhul yaralarla, dost görünümlü düşmanla, aşkla, kahırla, kaderine düşen acıyla, çıkmaz sokaklara döşenen mayınla, yarının kaygısıyla, mazinin pişmanlığıyla, uzlaşmalardaki anlaşmazlıklarla, hatta Yeşilçam’ın dramıyla geçinmek… Yaşamak için geçinmek yahut geçinmeye mecbur hissetmek, kapıyı çarpıp gidememek; faturaların, yamacı çukur dolu yalnızlıkların, gölgesinde yer bulunmayan çınarların, güçlü durma zorunluluklarının derdine düşmek...

Sokağın karanlığından kaçıp, aspiratör ışığından medet umarak kenarına iliştiğim balkon masasında bu satırları yazdığım dakikalarda, karşı apartmandan gelen sesler tırmalıyor kulağımı; gücü birbirinden farklı, güçsüzlüğü birbiriyle aynı üç ses birbirine karışıyor.

Adam, “Sus!” diyor.

Kadın, “Dinle!” ve çocuk, “Anne...” vurgusuz, ünlemsiz; sadece anne, sessizce.

Adam dinlemiyor, kadın susmuyor, çocuğun yalvarışını benden başka duyan olmuyor. Az sonra; adam, tıpkı diğer akşamlarda yaptığı gibi, evin kapısını çarparak çıkacak, sigarasını yakacak ve arabasına binip, patinajla kalkarken öfkesinin bir miktarını daha kusmayı başaracak. Kadın, adamın tıpkı diğer gidişlerinde yaptığı gibi, yaklaşık beş dakika daha bağıracak, çocuk babasını görme umuduyla cama koşacak ve sahne ezberlense bile hikâyenin can alıcı noktasında geçim; onlar için de kolay olmayacak.

Bir nefes, bin çığlık işte; aslında darda kalmanın ve sessiz haykırışın yoldaşı; uykusuz geceler, buruşturulmuş tütün paketleri ya da hastane odası kimsesizliği, gün doğarken izlenen gökyüzü, köpek seslerine karışan hıçkırıklar…

Ve acizlik; kulluğun acizliği…

Hiçlik; kâinatın efsaneliği…

Herkes için aynı hızda dönmeyen dünya için yazılmış umut dolu sonsuzluk masalları, zafer sanılan görevler, yok sayılan yenilgiler, kendinden kurtulmayı beceremeyenler, yaş yetmiş olmadan bitmeyen işler ardı sıra dizilirken geçinmek işte; tüm bunlarla geçinmek. Adımız okunurken duyduğumuz ezanla, bize doğru saf tutacak cemaatin kılacağı namaz arasında; bir çift göze ilişip “Ben de varım, buradayım.” diyebilmek. Mezar taşımızdaki iki satır, adımız bile irademize sabır. Akan film şeridimiz durduğunda, geçindim diyememek değil, bunca çabaya ve başardığımıza inandığımız geçime rağmen unutulmaktan korkumuz; tebeşirle kaldırım taşına çizdiğimiz sekseğin silinmesinden, sadece tozu alınmış ve kapağı hiç açılmamış vitrin kitaplarımızın ilk sayfasına attığımız tarihin bizden başka kimse için anlam ifade etmemesinden, ucuzluk pazarından alınmış kahve bardağında dahi bir rujluk iz bırakamamaktan, sır koleksiyonlarımızın toprak altında kaybolmasından…

Hayatın sarmalı işte tüm bunlar, belki dar gün buhranı, ihanetlerin dinmek bilmeyen kanı, revanı, belki sadece bugünün şartları, kader denen oyun, hâkim olamadığımız dilimizde yuva yapmış replikler, sonu belli tiyatro. Adı her ne olursa olsun, geçimin ve geçinmenin tepindiği çimlerde ezilen biziz. Sen, ben ve biz işte; sahte biz. Birkaç bayram ziyareti, dar vakitlere köle dost muhabbeti, kalabalıklar arasında kaşık sallanan cenaze evi yemeği; hepsi geçinmenin diyeti. Geçinemezsen eğer, bil ki oyun; başlamadan bitti ve şarkılarla birlikte bir nehir akıp gitti.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Zehra Nalbant Arşivi
SON YAZILAR