Sözlü Anlatımdan Tarihsel Romana Aşk ve Zafer

Sözlü Anlatımdan Tarihsel Romana Aşk ve Zafer
Tarihî Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni kitabı üzerine MEHMET KURTOĞLU yazdı....

Roma imparatorluğunun sınırları içinde yaşayan halk Latincesine verilen isimden doğan “roman”, genellikle insan veya toplumların başından geçen, insan ilişkilerini konu alan yaşanılan veya yaşanması mümkün olan gerçeğe uygun, uzun soluklu kurmaca bir yazın türüdür. Kendi içinde tarihi, psikolojik, polisiye vb. dallara ayrılan romanın çıkış yeri adı üstüne Batıdır. Batıda özellikle ev kadınlarını eğlendirmek amacıyla kaleme alınan romanlar daha sonra edebiyatın en önemli anlatımları arasına girmiştir. Roman kelimenin tam anlamıyla edebi bir tür olarak kendini kabul ettirmesi Don Kişot’la mümkün olmuştur. Tarihi romanlara baktığımızda bunun ilk temsilcisi Batı’da Watter Scot’tur. “Bizde de Namık Kemal’in Cezmi isimli romanıyla 19. yüzyılın ikinci yarısında ilk örneklerini veren tarihi roman gerek Osmanlı Devleti’nin yıkılış ve gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları atmosferi içerisinde birtakım milli değerlerin aktarılması ve insanımızın kendi tarihi etrafında sağlam ve zinde bir şuur edinmesini sağlamak için çokça yazılmış, çokça okunmuş bir roman türü olarak görünmektedir. Hüseyin Nihal Atsız, Kemal Tahir, Tarık Buğra ile hem sanat hem ideolojik endişelerle yazılan tarihi romanların yanında Aptullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi, Turhan Tan, Reşat Ekrem Koçu, Oğuz Özdeş, Mustafa Necati Sepetçioğlu gibi tarihi sorgulamayı ya da topluma tarihi roman la mesajlar vermeyi her zaman düşünmeyen, sadece tarihi macerayı hedefleyen popülist zihniyetle de tarihi romanlar yazılmıştır.”

Tarihi romanlar hatıra, tarihi vesikalar, belgeler, tarih kitapları, biyografik eserler, sözlü anlatımlar, yaşanmışlıklar vs. birçok kaynaktan faydalanılarak kaleme alınmaktadır. Bu bağlamda Halide Nusret Zorlutuna’nın Aşk ve Zafer romanına baktığımızda sözlü anlatım ve yaşanmışlığın tarihi romanda gözardı edilmeyecek kadar önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. Halide Nusret, Urfa’yı şiirlerine ve romanlarına konu edinmiş, Urfa’ya özel bir ilgi göstermiş yine bu özel ilgisini çocuklarına (Emine Işınsu) miras bırakmış bir yazarımızdır. Urfa’da öğretmenlik yaptığı sırada birçok talebe yetiştirmiş (A. Naci İpek, Ruknettin Akbaş, Ükkaş Ülgen, Salih Özcan, Halil Gülüm, Mustafa dişli, Urfalı Babi, Ayhan Abamor, Salih Önen) Urfa’nın o devirdeki edebiyat çevresinde etkisi olmuş mümtaz şahsiyetlerden birisidir. Halide Nusret bir de burada kurmuş olduğu dostluklar vardır. Bu dostlukları özellikle sanatçı olması nedeniyle kültürel ve sanatsal bağlamdadır. Şehrin eşrafından ve ileri gelenlerinden oluşan bu dost çevresinde Millî Mücadele’de yer almış, Urfa’nın Fransız işgalinden kurtuluşuna katılmış gaziler vardır. Halide Nusret işte bu dostluklarını sürdürürken, Urfa mücadelesine katılmış bu gazilerden şehrin 11 Nisan Fransız İşgalinden kurtuluşunu anlatan hikâyeler dinlemiştir. Daha sonra bu hikâyeleri kendi yaşanmışlığıyla birleştirip Aşk ve Zafer adlı romanını yazmıştır.

Halide Nusret’in çok sevdiğim Aydınlık Kapı ve Aşk zafer romanları mekân olarak İstanbul ve Urfa’da geçer. Aşk ve Zafer’i 1967 yılında yazmış, 1978 yılında yayınlamıştır. Onu bu romanı yazmaya iten iki güçlü neden vardır. Birincisi yaşamış olduğu trajik aşk hikâyesi, diğeri çok sevdiği Urfa’da derlemiş olduğu 11 Nisan ile ilgili bilgilerdir. Savaş yıllarının çocuğu olan Halide Nusret gerek şiirlerinde gerek nesirlerinde hep yaşamış olduğu Millî Mücadele yıllarına yer vermiştir. Koca imparatorluğun gözünün önünde dağılışını, işgali yaşamış biri olarak Urfa’da tanışmış olduğu gazilerin hikâyesine duyarsız kalması mümkün değildir. 1944-46 yıllarını geçirmiş olduğu Urfa, İstanbul’dan sonra anlatacağı en iyi mekândır. Ki bir başka romanı Aydınlık Kapı’ romanında da seçtiği mekânlardan biri Urfa’dır. Aşk ve Zafer’de Urfa Millî Mücadele’nin kalbinin attığı “asil Türk şehri” olarak anlatılırken, Aydınlık Kapı’da bir “hapishaneye” benzetilir. Birincisinde Urfa Milli duyarlılığı, diğerinde törenin katı kurallarına teslim olmuş bir şehri anlatır. Aslında Aşk ve Zafer’de de yer yer törenin katı kurallarına değinir, eleştiriler yapar ama bunlar romanın bütünlüğü içinde adeta kaybolmuştur. FakatAydınlık Kapı’da şehir tamamen eleştirel bir gözle anlatılır. Tabi İstanbul’da yetişmiş hırslı bir kadın Lerzan’ın Urfa gibi geleneğin katı kurallarına teslim olmuş Urfa’yı sevmesi mümkün değildir. Halide Nusret bu iki romanında aslında şehrin iki yüzünü vermek istemiştir. “Romanlarda Urfa iki açıdan, siyasi ve kültürel kimliği ile kahramanların hayatını etkiler. Aydınlık Kapı ve Aşk ve Zafer’de İstanbullu kızlar Lerzan ve Zinnur sevdikleri erkek kanalı ile Urfa Şehri ile irtibata geçerler. Aydınlık Kapı’da Lerzan, âşık olduğu İsmail’le beraber Urfa’ya kaçar ve bir süre Urfa’da bulunur. Yazar, bu sürede Urfa’nın tarihi arka planını romana sokmaz; fakat kültürel farklılığı ile Urfa Lerzan’ın psikolojisini olumsuz etkileyen bir şehre dönüşür. Yazara göre ‘apayrı bir cihan’ olan Urfa’da Lerzan ‘korkunç bir yalnızlığa’ düşer. Burada zaman tekdüzedir ve serbest bir hayata alışmış Lerzan için bu tahammül edilmezdir. İstanbul’da kendisi gibi serbest yaşayan kocası İsmail, Urfa’da bambaşka birine dönüşür. Urfa, kendi gelenekleri içinde büyümüş kahramanlar üzerinde gelenek lehine değiştirici bir fonksiyon eda eder. İsmail’in dört duvar içine hapsettiği Lerzan, ‘cemiyet hayatı’ndan büsbütün uzaklaşır. Türk Ocağı’ndaki verilen danslı çaylara da katılmasına izin yoktur. Türk Ocağı, bu geleneksel şehirde modernleştirici bir tarihi kurum olarak belirir. Yazar, Urfa’nın o dönemdeki tarihi sürecini anlatırken yine “içinde bulunduğu zaman’dan sıyrılamayıp romanı yazdığı dönem için ‘şimdi elbette böyle değil’ şeklinde değerlendirme yapar. Aşk ve Zafer’de yazarın zihnindeki bölünmüş Urfa daha keskinleşir. İstanbullu paşa kızı Zinnur, ‘mert Anadolu çocuğu’ İbrahim’le nişanlanınca fiziksel olmasa da kültürel olarak Urfa ile temasa geçer. Urfa hem Zinnur hem de kültürün içinden çıkan İbrahim için ‘özlenecek bir yer’ değildir. İbrahim’in Urfa ile ilgili kanaatleri hep olumsuzdur. Hatta yazar, Urfa’dan Zinnur’a mektup gönderen Zeliha’nın sözlerine bile ‘dört duvar arasında yetişmiş bir kızım şeklinde’ serzeniş yerleştirir. Bu, yazarın bakış açısı ile İbrahim’in bakış açısının kesişmesi demektir. Öte yandan, yazarın Urfa’ya olan dikkati daha ziyade Millî Mücadele’deki rolüyle ilgilidir. İbrahim, Urfa’daki mücadeleye katılır. Halide Nusret, şehrin Millî Mücadele’deki rolünü anlatırken zaman zaman tarihi belgelere başvurur. Sivas’tan gelen telgraf, tarihi kitaplarda Fransızların işgal süreciyle ilgili sözleri ile roman zaman zaman tarih kitabına dönüşür. Yazarın hayatını geçirdiği bir şehir olması nedeniyle de Urfa’nın Cadde, sokak, konak ve evleri detaylı şekilde verilir. Yazar bu tarihi belgelere dayanarak Urfa’yı Sümer Türklerinin kurduğunu ifade eder. Halide Nusret’in öteki romanlarında da savunduğu bu tez, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki genel ideolojiyi yansıtır. Yazarın Urfa şehri ile ilgili iki kanaati belirir. Urfa tarihi rolü ile bir ‘Türk Şehri’dir; fakat gelenek ve kültürü kadın için ‘korkunç bir mahpus hayatı’dır.”

Halide Nusret, Kemal Tahir’in romanlarında olduğu gibi tarihsel bir olayı veya şahsiyeti belli bir tez çerçevesinde anlatma yolunu seçmemiştir. O yaşanmış bir olayın/tarihi vakanın kahramanlarını dinleyerek romanını kaleme almıştır. Örneğin Kemal Tahir’in tarihi roman yazımı ile Halide Nusret’in tarihi roman yazımı arasında benzerlik ve farklılıklara baktığımızda başta “Devlet Ana” olmak üzere ortaya koyduğu ve daha sonrasında kaleme aldığı tez romanlarında “Doğu-Batı”, “Osmanlı Cumhuriyet” karşılaştırması yapmıştır. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında ulus bilinci, cumhuriyet fikrinin yerleşmesi için yazılan ve belli bir amaca/propagandaya dayanan dönemin roman anlayışı dışında kendini konumlandıran Kemal Tahir onlardan ayrılır. Örneğin o dönemde Batıcı ve Kemalist zihniyetlere karşı Kemal Tahir Osmanlıcı bir tutum sergilemiştir. Halide Nusret ise bütün bunların dışında kendine has milli ve dini duyarlılığıyla Cumhuriyeti de önceleyen romanlar ve şiirler kaleme almıştır. Onun romanlarında ideolojik kaygı yoktur, tamamen aşk ve milli duyarlılığa dayalı eserler vermiştir. Bunun sebebi Halide Nusret yaşanmışlıklarından ve sözlü anlatımlardan faydalanmış iken Kemal Tahir tarihi ve ideolojik okumalar yaparak eserlerini yazmıştır. Örneğin Kemal Tahir’in sanat edebiyat ve roman notlarına baktığımızda, onun roman düşüncesi üzerine oldukça fazla kafa yorduğu, kendine has bir roman anlayışı geliştirdiği ve yazacağı romanlar hakkında çok geniş araştırmalar yaptığı görülür. Mesela “Bir Mülkiyet Kalesi” romanında babasının öyküsü, Abdülhamid devri ve seferberlik yıllarına yer verir. Romanda babasının hatıraları, sözlü anlatım ve tarihi kaynaklardan faydalanmıştır. Roman notlarında Abdülhamid karakterini yaratırken, onunla ilgili bütün eserleri taradığını, onlardan Abdülhamid ile ilgili fiziki ve ruhu tahliller çıkardığını, o devrin önemli simalarını not ettiğini ve bunları romanda ete kemiğe büründürdüğünü görürüz. Romanlarında gerçekliği yakalamak için en küçük bilgiyi dahi değerlendiren Kemal Tahir, daha sonra belli bir sistem içinde romanını yazmaya başlar. Onun romanlarında gerçek kahramanlar vardır bir de yarattıkları kahraman. Aslında yarattığı kahramanların da tarih içinde mutlaka bir karşılığı vardır. Kemal Tahir bir diğer özelliği romanlarında kahramanlarına mesafeli durur ve onları sevmez. Halide Nusret’in “Aşk ve Zafer” romanına baktığımızda bu romanını iki bölüm şeklinde kaleme aldığını, daha çok Urfa kurtuluşuna katılanların anlattıklarından, mektuplaşmalardan hareketle romanını kaleme almıştır. “Anadolu yılları Halide Nusret’in yayın hayatından en uzak olduğu dönemdir. Fakat Anadolu’da topladığı folklorik malzeme, sonraki şiirlerini de şekillendirecektir.” Urfa, bu Romanın aşk ve savaş etrafında bireyin trajedisini ve toplumun zaferini işler. Halide Nusret’in romanı yazarken Urfa’daki gözlemleri oldukça etkili olmuştur. Özellikle şehrin folklorundan faydalandığını romanda uzun uzadıya eleştirel bir zihniyetle tasvir ettiği gelenekleri anlatırken görmek mümkündür. Yine eşi Aziz Zorlutuna ile yapılan bir röportajda bu romanına onun da katkı sunduğunu görüyoruz. Asker olan kocası Aşk ve Zafer’i yazarken eşine katkılar sunmuştur.

Halide Nusret, eşinin ve kendisinin görevi dolayısıyla Anadolu’nun birçok şehirlerini dolaşır. Edirne, Kars, Karaman, Kahramanmaraş, Urfa… “Urfa, bu uzun yolculuğun Halide Nusret için belki de en güzel durağıdır. Emine Işınsu’nun şu cümlesi bu kanaatimizi büyük oranda doğrulamaktadır: “dolaştığımız yerler arasında Urfa’ya başka türlü tutuldu annem” Burada kaldığı süre zarfında Aşk ve Zafer romanı için malzeme toplar. Emine Işınsu’nun hatıralarından öğrendiğimiz kadarıyla, kurtuluş Savaşı’nda en büyük direnişlerden birinin gerçekleştiği bu topraklarda olayları bizzat yaşayan ‘canlı şahitleri’ ile görüşür, olayların geçtiği sahaları gezme fırsatı bulur.”

İki bölümden oluşan romanın birinci bölümünde mekân olarak İstanbul’da geçer. Urfalı genç bir subayla ‘İbrahim) İstanbul’iun genç bir kız (Zinnur) arasındaki aşk anlatılır. Roman İstanbul’da geçmesine rağmen zaman zama Urfa’ya göndermeler yapılır. Romandaki kahraman isimleri de bilinçli olarak seçilmiştir. Urfa Hazreti İbrahim ve Aynı Züleyha ismiyle özdeşleşmiştir. İbrahim ve amcasının kızı Zeliha bu nedenle Urfa’ya istinaden seçilmiş isimlerdir. Birinci bölümün yalnız bir yerinde çiğköfte ve Halilirahman’dan bahsediliyor. Mekân olarak okuyucu bu göndermelerin Urfa’ya ait olduğunu hemen anlıyor. Bu göndermelerde Halide Nusret yakından tanıdığı Urfa’yı anlatıyor. Örneğin: “Tek üzüntüsü, memleketin tipik yemeği ‘çigköfte’den, baharda kırlarda, kış geceleri evlerde yapılan sazlı sözlü çiğköfte âlemlerinden mahrum olması idi.” Sonra çiğköftelik bulgurun yapılışını anlatan yazar, zahireliklerin hazırlanışını ve kuma olayına yer verir. Urfa’nın bir gerçeği olarak çok evlilik (poligami) olayını oldukça geniş anlatır. Urfa’nın musikişinas olduğunu şu cümlelerle ifade eder. “İçin için yanan mehtaplı yaz gecelerinde kale burcundan ıssız çöle doğru bir şelale halinde akan “hoyrat” sesleri. Saz sesleri. Şireler, bastıkları, susuk, türlü meyveler ve kuru yemişlerle zenginleştirilmiş çiğköfte sofraları... “Sıra” geceleri... Sıra ile bütün evlerde yapılan o sazlı toplantılar... Aynı Zeliha sefaları... Dağ âlemleri... Bütün bunlar; yılların değil, asırların ardında kalmış gibiydiler.” Urfalıların adeta yüzlerinde bir nişan olarak taşıdıkları şark çıbanını şu cümlelerle anlatır.” Yerlilerin “güzellik” adını taktıkları melun çıban; birçok güzellikleri harap ettikleri halde, Zeliha’nın bir yanağında hafif bir gül goncası halinde kalmıştı.”

Romanda İstanbullu bir kızı (Zinnur) seven Urfalı bir genç (İbrahim) ve Urfa’da beşik kertmesi amcası kızı Zeliha’nın İbrahim’e olan aşkı anlatılır. Çanakkale Savaşı’ndan sonra yorgun düşen Anadolu, düşman işgaline uğrar ve Urfa’nın Fransızlar tarafından işgal edilmesi üzerine genç bir subay olan İbrahim, memleketi olan Urfa’ya döner. Romanın ikinci bölümü Urfa’nın Kurtuluş Savaşı’nı konu alır. Arada İbrahim ile Zeliha arasındaki diyaloglara yer verilir. İbrahim Zinnur’dan (aynı zamanda nişanlısı) aldığı ilhamla, aşkla savaşın önde giden neferlerinden biri olur. Halide Nusret bu bölümde hem Urfa’yı yer yer tasvir eder hem de kurtuluş savaşının nasıl cereyan ettiğini anlatır. “Urfa’da düşman bayrağı” başlığı adı altındaki bölüme bir şiirle girer:

“Yıldızın kararmıştı, başın düşmüştü dara,

Derdinle yanıyordu gökte ayla gün Urfa

Geceler bir zindanı, günler geceden kara

Ne acıydı o günler... Ne korkunçtu dün; Urfa”

7 Mart 1919. Türk tarihinde acı bir gün; medeniyet tarihinde bir kara leke daha: Haksız, insafsız ve hayâsız akın Urfa’ya dayandı. Milattan binlerce yıl önce kurulmuş olan bu asil, tarihi Türk şehri de düşman işgalinden kurtulamamıştı. Urfa, doğuştan sanatkâr ruhlu çocuklarının, sazla sözle şenlendirdikleri güzel Urfa; şimdi bir ölüm sessizliğine gömülmüştü, herkes her şey susuyordu. Susuyor ve bekliyordu. Bir garip bekleyişti bu. Şehri ilk işgal eden İngilizler, az sonra, büyük devletlerin yeni bir emriyle yerlerini Fransızlara terk edip gitmişlerdi ve gelenler, gidenlere rahmet okutacak şekilde hareket ediyorlardı. Urfalıların mazlumane protestoları hiçbir sonuç vermemişti, vereceği de yoktu. Medeni devletler kuvvetsize hak tanımıyorlardı... Fransız işgali altında bulunan bütün büyük binaların, konakların tepelerine üç renkli düşman bayrağı baykuş gibi tünemişti. Fransız askerleri, babalarının çiftliğinde gezercesine rahat, memnun; Urfa sokaklarının ölü sessizliğini şımarık, küstah kahkahalarıyla parçalıyorlardı.” Daha sonra Urfa’nın kurtuluşunda öncü isimlerden Müftü Hasan Efendi, Hacı Mustafa ve diğerlerinin bir evde toplanmaları anlatılır. Sivas’a Mustafa Kemal’e çekilen telgrafın aslı romanda yer alır. Mustafa Kemal’in gönderdiği telgraf Hasan Efendi adınadır.

 

“Urfa Müftüsü Hasan Efendi Hazretlerine;

Sivas 175/210

C.1.12.335.Eşraf ve muteberanın imzalarını havi telgraf name mütalaa olundu. Urfalıların salabet-i diniyyeleri, makam-ı akdes-i hilafete bila tezelzül merbutiyetleri ve vatan-ı mübarek uğrunda fedekarlığı göze alacak hamiyetkarlıkları müessellemdir. Mutasarrıflığa da vaki olan tebligatımız vechile, vatanımızı bigayri hak işgal etmiş olan fransızların vaziyetleri muvakkat olup davamızın hak olması cihetiyle Cenab-ı Hâfız-ı Hakiki’nin inayet-i rabbaniyesiyle oralarının tamamen tahliye olunacağına itimad-ı kavimiz vardır. Bu babta teşebbüsat-ı müessire-i siyasiye de bulunulmuştur. Binaenaleyh ermeniler veya Fransızlar tarafından sebebiyet verilmedikçe tarafınızdan müsellah tecevüzata bulunulmamasını tavsiye eder ve fakat vatanın medar-ı istinadı olan vahdet-i milliyeyi tarsin ve teşkilat-ı milliyemizi tevsi ve takviye etmeğe son derece ihtimam olunmasını selamet-i din ve vatan namına talep eyleriz. İcap ederse zamanında icap edenlere talimat-ı mahsusa verilecektir.

Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti

Heyet-i Temsiliye Namına

Mustafa Kemal”

Halide Nusret sanki bizzat Urfa’nın kurtuluşu içinde görev almış gibi savaşı gün gün anlatır. Bu arada Urfalıların müzik kültürüne gönderme yapmadan da edemez. Roman kahramanının evinde merdivenleri çıkarken bir ses kulağına çarpar. Bu “İçli yaralı ürkek bir ses”tir:

“Urfa dağlarında gezer bir ceylan

Yavrusunu kaybetmiş ağlıyor yaman

Yavrumun derdine bulmadım derman

Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar

Anaydan, babaydan, yardan ayrı koyarlar”

Sonra İbrahim’in amcası kızı Zeliha’nın Zinnur’a yazdığı bir yazıya yer verir. Bu mektup cahil bir Urfalı kızın bir İstanbullu kıza derdini anlatmaktadır. Aslında bu mektup, Urfa’daki kız çocuklarının bulunduğu sosyal yaşantıya da ışık tutar. “Muhterem Zinnur Hanım Ablam! Ben nişanlınız Beyzade İbrahim Bey’in amcası kızıyım. Sizi böyle bir mektupla rahatsız ediyorum, kusurumu affediniz. Siz okumuş yazmış İstanbullu bir paşa kızısınız. Ben Urfa’da dört duvar arasında büyümüş cahil bir kızım; hem de korkak bir kızım. Sizin bildiklerinizi bilemem, sizin gördüklerinizi görmedim... Hoca yanında biraz okuma yazma öğrenmiştim. Bu mektubu size yazıyorum, bana güleceğinizi bile bile yazıyorum. Ama benim halimi anlarsanız gülmezsiniz, acırsınız bana. Benim halim perişandır, yengemin hali de perişandır. Gece gündüz ağlıyor... Onu görsen yüreğin dayanmaz. Zinnur bacım, sana demek istediğimi bir türlü diyemiyorum. Bu mektubu şunun için yazıyorum ki amcamın oğlu İbrahim’in benim nişanlım olduğunu bilesiniz diye. Beni daha beşikte iken İbrahim’e adamışlar, bizim memleketimizde âdet böyledir. Ben gözümü açtım, onu gördüm; onu sevdim. Onu nasıl sevdiğimi size anlatamam, yazı ile de anlatamam, söz ile de anlatamam. Şu göğsümün içinde bir kürek köz var. Dayanamıyorum...”

“Kutsal Savaş” başlığı altındaki bölüme ise Urfalı şair Hulusi Kılıçaslan’ın bir şiiri ile girilir. Hulusi Kılıçaslan aynı zamanda Urfa kurtuluş marşının da yazarıdır.

“Eller silahsızda kalpler yaralı

Her taraf mezarlık, her şey karalı

Türkoğlu alsın da gör istiklali

Yaşatsın bir ulu destan dediler.

Düşmanı gömdüler 11 Nisan’la

Türk yurdu yıkandı tertemiz kanla

Hilali yükselmiş görünce şanla

Önünde diz çöküp” canan” dediler.

Bu şiirden sonra Urfa ve Urfa’nın kurtuluşu şu cümlelerle anlatılır: “Milattan binlerce ve binlerce yıl önce, Sümer Türkleri tarafından kurulmuş olan “Urfa’nın” güzel adı; Türkçe “kale” anlamına gelen “Ur” kelimesinden türemiştir. Çift sütunlu kalesi dört kapılı surları, kabartma yazılar ve resimlerle bezenmiş minareleri ile Urfa, tipik bir Türk şehri manzarası gösterir. Bu eski şehir, tabiatla, çeşitli efsanelere de zengin bir kaynak olmuştur. Urfa ilk sahipleri olan Sümer’ler, Elamlar, Akat’lar ve Eti’lerden sonra Romalıların istilasına uğradı. Abbasilerin siyasi hâkimiyetleri altında da kaldı amma, Türklüğünü asla kaybetmedi. Sonra tekrar Türk Devletlerinin; Selçukluların, İlhanlıların, Karakoyunluların, Akkoyunluların önemli bir kenti olarak yaşamış olan Urfa’mızı Büyük Türk Hükümdarı Yavuz Sultan Selim 1517 yılında bir Türk şehri olarak Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içine almıştı.Bu görmüş geçirmiş ülkenin toprakları altında bugün bir medeniyet değil, medeniyetler yatmaktadır. Dünya ilim âlemine büyük tıp ve felsefe âlimleri yetiştirmiş olan şarkın en önemli üniversitesinin harabeleri de bu toprakların bağrındadır. İşte yirmi birinci asrın sözde medeni, gerçek vahşi cüceleri böyle bir Türk şehrine saldırmışlardı. Yanlış kapı çaldıklarını çok geçmeden anladırlar, ama bu onlara pek pahalıya mal oldu. 1920 yılının kışı bir türlü bitmek bilmiyor. Her sene Urfa’da bahar gibi geçen kış ayları bu yıl mütecavizleri üşütmek istiyormuş gibi sert ve haşin. Bu sıralarda Urfa’da günün her saati binbir olaya gebe. Urfa için için kaynıyor; Urfa şahlanmaya hazır. Bu havalinin kahraman çocuklarını ilk önce Binbaşı Ali Rıza Bey desteklemişti. Sonra onun yerini alan Ali Saip Bey de onların milli duygularını, coşkunluklarını hızlandırmak, onları teşkilatlandırmak hususunda büyük gayret gösterdi. Mutasarrıf Ali Rıza Bey’de bütün vatanseverliği ile halkın yanında ve başında bulunmuştu. Kısacası Urfa; askeri, sivili, memuru, yerlisi, kadını, erkeği ile yediden yetmişe bir barut fıçısı haline gelmiş bulunuyordu. Kemiğe dayanan bıçak son tahammülü de tüketmek üzere idi. Hayat hakları ile, istiklal ve hürriyetleri ile, izzet-i nefisleri ile düşmanın hayâsızca oynamasına daha fazla dayanamayacaklardı. Urfa civarı, Mardin, Siverek, bütün o hamiyetli cesur aşiret reisleri tetikte bekliyorlardı.

“Fransız Albayı Norman heybesinde 18 bin altınla Diyarbakır’a gitmek üzere Urfa’dan geçmişti. Türklerin para ile satın alınabileceklerini umacak kadar gaflet içinde idi. Fakat Siverek’te halkın galeyanı; genç süvari Yüzbaşısı Aziz Efendinin, Cudi Paşa, Odabaşı Mahmut Efendi gibi hamiyetli ve kahraman eşrafın tertipleri ile Norman’ın gözünde büyütülmüş, pek mağrur görünen Albaycığın; süvari mülazımı Halil Efendi kumandasındaki bir müfrezenin himayesinde korkudan titreyerek geldiği yere kös kös dönmesini sağlamıştı. Yıllarca Çanakkale ve Irak cephelerinde kahramanca çarpışıp kan dökmüş olan genç Yüzbaşı Aziz Efendi bu yüzden gece karanlığında damdan düşmüş ayağı yaralanmıştı. Fakat Norman’ın yarası izzeti nefsindendi; onun şahsında bütün Fransızların gururları yaralanmış Moreller bozulmuştu. Bir Fransız subayının; işgal ettikleri bölgelere dair yazdığı kitabın 74-82. Sahifeleri arasında da bu olaydan şöyle bahsedilmektedir: Kapiten Sajö; Kolonel Breme ve General Goroya şunları yazdı: Norman heyeti, nüfuzumuz için müthiş bir muvaffakiyetsizlikle sonuçlandı. Bu teşebbüs hazırlanmamıştı. Beyrut’tan Diyarbakır Valisine bir telgraf göndermek kâfi değildi. Türkleri bu kadar saf sanmak çocukluktur. Kolonel Norman’ın Mardin’e ulaştığında resmi makamların, halkı tezahürata sevk etmesi fenalığın başlangıcı idi. Siverek’ten başı önünde mağlubiyeti kabul etmiş bir halde çıkması pek fena bir tesir yarattı. Beyrut’da herkes bu sonucun sorumluluğunu birbirinin omuzuna yüklemeye çalışıyordu. Kolonel Norman kendisini huzursuz eden bu dedikodulara bir son vermek istedi. Harbiye nezaretinde dairesinde şunları söyledi: İşin en has tarafı, Beyrut’a döndüğüm zaman General Goron’un bana; seni Diyarbakır’a göndermek gülünç, fikri Royer Düküne nereden geldi? Demesidir. Çünkü bana bu teşebbüsün emirlerini veren dük değil bizzat kendisidir.” Bu olay, Türk’ün imanı, cesareti, kadar zekâsının da kuvvetli olduğunu ispat etmişti. Hadisenin içinde bulunanlar sonradan, uzun zaman bunu konuşup gülmüşlerdir.

Milli teşkilat günden güne kuvvetlenmiş, gelişmiş, aşiretlerle sık temaslar temin edilmişti. Hepsi de iman dolu, heyecan dolu, ateş dolu silahlanmış bekliyorlardı. Kırık dökük bir topları vardı ama cephaneleri pek azdı. Ne olursa olsun hareket zamanının geldiğine inanıyordu. Siverek’ten Milli Aşireti 150 neferle geliyordu, Ramazan Ağazade Mehmet Ağanın riyasetinde; Döğerli aşireti de 150 gönüllü getiriyordu. Diğer bütün aşiretlerde mevcutları 100 ila 600 arasındaki silahlı kuvvetleri bu kutsal savaşa iştirak ediyorlardı. Urfa’nın yerli arslanları ile jandarmalar da hazırdı. Fransızlar tamamen muhasara edilmişlerdi. 3 Mart 1920 Cuma günü Allah’ın büyük lütfu eseri olarak Mülayim Kemal Bey kumandasındaki iki toptan ibaret bir cebel takımı Urfa’ya ulaştı. Gerçi bunlarında yeteri kadar cephaneleri yoktu, ama bilhassa muhariplerin morallerini kuvvetlendirme bakımından önemleri büyüktü. O gün Cuma namazından sonra Hacı Abdullah Efendi, coşkun bir hitap ile parlamağa hazır olan gönüllere ilk kıvılcımı attı. Ve nihayet 3 Mart’ı 4 Mart’a bağlayan o tarihi büyük gece... Urfa kurtuluşunun ilk silahları bu gece patladı, büyük zafere doğru ilk adım bu gece atıldı. Urfa toprakları bu gece, şehit kanları ile ıslanarak bir kat daha kutsallaştı. Karar; Mahmut Nedim Konağının çıkartmasına, yani cumbasına yerleştirilmiş olan makineliyi susturmak ve bütün o civardaki Fransız kuvvetlerini şiddetli hücumlarda dize getirmekti. Her biri en az yüz düşmana bedel gönüllüler, siperlerde şafağın ilk ışıklarını bekliyorlardı. Manzara müthişti ve güzeldi.

Urfalı Arslanların yılmaz hücumları karşısında nihayet düşmanın mukavemeti kırıldı. 3 Nisan 1920 sabahı düşmanın ileri mevzilerine açılan fasılalı top ateşinden sonra, Kuvay-ı Milliye kumandanı Fransızlara bir heyet göndererek, boş yere kan dökmektense bir an önce teslim olmalarını teklif etmiş, ret cevabı ile karşılaşmıştı. Fakat 8 Nisan’da beyaz bayrağı çekip aman dilediler ve 10 Nisan akşamı şehri terk ettiler. 11 Nisan 1920 sabahı doğan güneş “Zafer” güneşi idi ve düşmandan temizlenmiş hür bir Urfa’yı selamlıyordu. Halk, büyük bir neşe içinde coşup taşıyordu. Şehre artık silah takırtıları değil, davul zurna sesleri, zafer şarkıları hâkimdi. Bu büyük zaferi onlara, yüreklerini dolduran vatan aşkı kazandırmıştı. Şimdi bu büyük aşkın, bu büyük zaferin sarhoşluğu içinde Urfa’nın ebedi kurtuluşunu kutlamak en tabii hakları idi; hep bir ağızdan zafer şarkılarını söylüyorlardı:

“Beke dağlarından atladım geldim,

Cephanem döküldü topladım, geldim.

Yurda göz koyanı hakladım geldim.

Di yörü yörü yörü, kumandanım yörü!

Çetelerin gidiyor önü sıra yörü!”

Urfa kurtuluş türküsüyle biten savaş sahnesi sonucu kafasından yaralanan İbrahim’in dramını anlatır. Ve bu arada Zinnur İbrahim’den aldığı şuursuzca yazılmış bir mektup sonucu bir doktorla evlenir. İbrahim ise on sekiz yıl hastanede yatar ve ölür.    İbrahim’in, yakın akrabası Nabi onun emanetlerini vasiyeti üzerine Zinnur’a teslim eder. İbrahim ‘in Zinnur’a olan aşkını anlatır. Zinnur da evlenme gerekçesini söyler. Aradan 18 yıl geçmiştir. Zinnur’un iki çocuğu vardır. Biri kız biri oğlan. Mutludur. Nabi’yi de çocuklarına bir dostunun arkadaşı diye tanıştırır.

Aşk ve Zafer’in yazıldığı ve yayınlandığı yıllarda Urfa kültürü, folkloru ve özellikle de 11 Nisan Urfa’nın Kurtuluş Savaşı üzerine yazılmış kaynak eser pek yoktur. Yalnızca Ali Saip’in 1924’te kaleme aldığı “Kilikya Faciaları ve Urfa’nın Kurtuluş Mücadeleleri” 1944’te Kerim Fırat’ın “Urfa Kahramanları” ve “Urfa Kurtuluşundan Yapraklar” adlı kitabı ile Urfa Halkevi’nin yayınlamış olduğu birkaç broşürden başka eser bulunmamaktadır. Halide Nusret bu eseriyle Urfa’nın ilk Kurtuluş savaşı romanını yazmıştır. Halide Nusret’in bu eserinden sonra dahi hiçbir Urfalı yazarın Urfalı gazileri dinleyerek bir eser kaleme alma, onlarla röportaj yapma gibi bir kaygısı olmamıştır. Yalnızca bu konuda büyük araştırmaları bulunan Müslüm Cengiz Akalın, Urfa kurtuluşuna katılmış birkaç gazi ile röportaj yapıp kayıt altına almıştır. Bugün dahi Halide Nusret’in romanını aşacak bir Urfa kurtuluş savaşı romanı yazılmamıştır. Görselliğin önem kazandığı günümüzde Halide Nusret’in bu romanı çok güzel bir sinema filmi olabilir. Zira “Aşk ve Zafer” Halide Nusret’in gerçek yaşamından alınmış bir aşk ve savaş romanıdır. Romanda anlatılan aşkı bizzat Halide Nusret’in kendisi yaşamıştır. Savaş ise Urfa’da öğretmenlik yaptığı yıllardaki birikimi romana aktarılmıştır. Halide Nusret bu romanıyla sözlü anlatımdan hareketle tarihi bir roman nasıl yazıla-bilirin yolunu göstermiştir. Çünkü o Kemal Tahir gibi tarihi okumalar yaparak değil, bizzat savaşın tanıklarını dinleyerek Aşk ve Zafer’i yazmıştır…

Kaynakça

Argunşah, Hülya. “Tarihi Romanda Post-Modern Adayışlar”, İlmi Araştırmalar Dergisi, S. 14, İstanbul 2002.

Tural, Sadık. Şahsiyetler ve Eserler, Ecdad Yay. Ankara 1993.

Coşkun, Betül. “Halide Nusret Zorlutuna’nın Romanlarını Kronotopik Okuma”, Turkish Studies, S. 6/1, 2011.

Coşkun, Betül. Ümmül Muharriat Halide Nusret Zorlutuna, Timaş Yay. İstanbul 2011.

Uysal, Sermet Sami. Eşlerine Göre Ediplerimiz, Timaş Yay., İstanbul 2010.

 


 Hülya Argunşah, “Tarihi Romanda Post-Modern Arayışlar”, İlmi Araştırmalar Dergisi, S. 14, İstanbul 2002, s.18.

 Sadık Tural, Şahsiyetler ve Eserler, Ecdad Yay. Ankara 1993. s.76.

 Betül Coşkun, “Halide Nusret Zorlutuna’nın Romanlarını Kronotopik Okuma”, Turkish Studies, S. 6/1, 2011, ss. 890-891,

 Betül Coşkun, Ümmül Muharriat Halide Nusret Zorlutuna, Timaş Yay. İstanbul 2011, s.76

 Sermet Sami Uysal, Eşlerine Göre Ediplerimiz, Timaş Yay., İstanbul 2010, s. 208.

 Betül Coşkun, a.g.e., s. 76.

 Halide Nusret Zorlutuna, Aşk ve Zafer, s. 32.

 Zorlutuna, a.g.e., s.39-40.

 Zorlutuna, a.g.e., s.36.

 Zorlutuna, a.g.e., s.85-86.

 Zorlutuna, a.g.e., s.112-113.

 Zorlutuna, a.g.e., s.115-116.

 Zorlutuna, a.g.e., s.137.

 Zorlutuna, a.g.e., s.144.

 Zorlutuna, a.g.e., s.144.

 Zorlutuna, a.g.e., s.145.

 Zorlutuna, a.g.e., s.145-146.

 Zorlutuna, a.g.e., s.147.

 Zorlutuna, a.g.e., s.157-158.

(TYB.ORG.TR)

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.