Mustafa Balkan (Tarih Yazıları)

Mustafa Balkan (Tarih Yazıları)

"Bilgi, gönüllerin yaşayışıdır”

"Bilgi, gönüllerin yaşayışıdır”

MEVLANA: "Bilgi, gönüllerin yaşayışıdır. Kullukta bulunmak, ibâdet etmek, suçlara kefarettir. Kim bilgiyi ve bilginleri severse onun yanlış işleri, yanılarak işlediği küçük suçları hiç yazılmaz…”

 

 

Âzim, ey ihtiyar dedi; söylediklerini anladım; şimdi bir de bana, parayla elde edilen, parayla kendini

satan filân kadının evi nerde, hangi mahallede; onu göster; pek güzelmiş diyorlar; ben onu elde etmek için geldim. İhtiyar üç kere Azim'in yüzüne tükürdü de dedi ki: A bahtsız kişi, sana öğütler verdiler, kulağına bile girmedi. Örnekler gösterdiler, aldırış bile etmedin. Ben ihtiyar değilim, ölüm meleğiyim,

Canalıcı'yım; sana bu şekilde güründüm. Şimdicek Allah'ın buyruğuyla senin canını alacağım; bir yudum su içmene bile vakit bırakmayacağım. Azim, hemencecik sararmaya, rengini atıp erimeye başladı. Ölüm meleği de o anda, âlemlerin Rabbinin buyruğuyla canını alıverdi.”

 

***

Âdemoğlunun yaratılışı ve ‘Azim’e yol boyunca eşlik eden ve ihtiyar görünen ölüm meleğinden sonra Hz. Mevlâna, günah işleyen âdemoğlunun hallerinden bize bakın ne kıssalar anlatıyor: “Allah ondan razı olsun, Câbir rivayet eder; ensardan bir genç vardı; adı Abdurrahman oğlu Sa'lebe'ydi. Peygamber'e hizmet ederdi. Birgün ensardan birisinin kapısının önünden geçerken evin içine baktı; gözü, yıkanmakta olan bir kadına ilişti. Orda durdu; dileyerek kadını seyre koyuldu. Derken ansızın gönlüne yüce Allah'tan, esenlik ona, Peygamber'e benim hakkımda vahiy gelirse düşüncesi düştü; o şehvetle bakışa pişman oldu; utancından Medine'den çıktı, Mekke'yle Medine arasındaki bir dağa vardı. Kırk gün, kırk gece o dağda ağlayıp inleyerek kaldı. Peygamber, onu sorup soruşturmadaydı. O kırk gün içinde de vahiy gelmedi; hattâ kâfirler "Onu Rabbi terketti; ona darıldı" (Duhâ/93) dediler. Derken Cebrail geldi; o kul, cehennem ateşinden bana feryâd edip durmada diye haber getirdi. Esenlik ona, Peygamber, her ikisinden de Allah razı olsun, Hattâboğlu Ömer'le Selmân-ı Farisî'yi, Sa'lebe'yi bana getirin diye yolladı. İkisi de Medine'den çıktılar. Oralarda koyun otlatan bir çobandan sordular. Dedi ki: Sizin istediğiniz kişi, kırk gündür, iki elini başına koymuş, ne olurdu, canlılar içinden benim canım kıyamet gününde bana verilmeseydi, ölüp gitseydim diye ağlayıp inlemede. Dağa vardıkları zaman gecenin bir kısmı geçmişti. O genç, dağdaki yerinden çıktı; keşke ruhlar arasından benim ruhum kabzediliverseydi, bedenler içinde, benim bedenim dağılıp gidiverseydi diyordu. Ömer onu tutunca, suçlardan kurtuluş ne vakit dedi veyâ Ömer dedi, beni Peygamber'in yanına, Peygamber namaz kılarken, yahut Bilâl kaamet getirirken götür. Peygamber'in Kur'an okuduğunu duyunca Sa'lebe'nin aklı başından gitti, yere yığıldı. Peygamber namazı bitirince Sa'lebe'nin yanına vardı. Sa'lebe, Peygamber'in ışığıyla kendine geldi, canlandı; ey Allah'ın elçisi dedi, suçun verdiği kaygı ve utanç yüzünden kaçtım. Peygamber, sana bir âyet öğreteyim ki dedi, kulu o âyet yüzünden bağışlarlar: "Rabbimiz, dünyada da iyilik, güzellik ver bize, âhirette de iyilik, güzellik ve ateşin azabından da koru bizi.'(Bakara/201) Sa'lebe, benim suçum bundan daha büyük dedi. Esenlik ona, Peygamber, Allah'ın kelâmı ondan daha büyüktür buyurdu. Sa'lebe evine gitti; üç gün, üç gece namazda ağlayıp inledi. Esenlik ona, Peygamber dolaşmaya gitti; Sa'lebe'nin başını dizine aldı. Onun suçundan geçtik diye ferman gelmişti ki Sa'lebe de o anda dünyadan göçtü. Ona namaz kıldılar; "Biz Allah'ınız; gene de gerisin geriye ona dönenleriz.'(Bakara/156)

 

Dünyâyı yakan kıyâmet gününden kork;

Gönüllere batan öc alma okundan kork.

Ey hırs gecesinden uzayıp giden uykuya dalıp uyuyan,

Ecel sabahın ağardı; gündüzden kork.

 

*

Bir mektuptur yazdım ama gönlüm azâb içinde;

Kalbim râzılık közünün üstünde çevrilip kavrulmada.

Ölüm, ayrılık bakımından çok güçtür sanırdım;

Sizden ayrılmak bence daha çetinmiş, daha güç.

Rahmet Muhammed'e ve kadri büyük soyuna-sopuna

(Hûd/41).”

 

***

Beşinci Meclis’teki vâzında Hz. Mevlâna, bize o kadar güzel haberler veriyor ki…

“Bu habere, âlemin de, âdemin de en başı, en büyüğü, en iyisi, insanlarla cinlerin peygamberi, iki âlemin güneşi, âlemin rahmeti, Âdemoğullarının övüncü olan Zâtın eserleri hoş haberlerinden biriyle başlıyalım: "Öyle bir varlıktı o ki varlığının güneşi balçık doğusundan doğmadan önce ışığının parıltıları, sabah gibi âlemi nura garketmişti." Netekim hikâye ederler; bundan önce, yâni daha peygamber değilken Mekke'de bir kıtlık yüzgöstermişti. Kâfirler, birisi gerek ki rahmet kapısının halkasını oynatsın; kaza ve kader kapısını çalsın ki kıtlık, halkın tozunu svurdu; ne hayvan kaldı, ne insan, ne bitki, yaşayış bitmek-tükenmek üzere; ne yapalım, ne edelim diye Abdülmuttalib'in katına geldiler. Abdülmuttalib, benim ne gökyüzüne yüz tutacak, yalvaracak yüzüm var, ne yeryüzüne dedi; ancak alnımda Adnân'da karar eden, ondan Abdimenâf'in göbeğine geçen ve Abdimenâf tarafından bir müddet için Abdullâh'a verilen bir nûr vardı ki Abdullah, onu emanet olarak Âmine'ye teslim etti; şimdi o nur zuhur âlemine gelmiştir; onu getirin de onun hürmetine Allah'a duâ edelim; dileğimizi dileyelim; belki onun yüzüsuyu hürmetine bir iş olur. Muhammed’i getirdiler; Abdülmuttalib, onu görünce ayağa kalktı; onu alıp bağrına bastı; götürüp başköşeye oturttu. Bir çocuğu başköşeye oturtuyorsun dediler. Evet dedi; görünüşte başköşede ben oturmuşum ama bâtın tapısından, o, senden ziyade onun hakkı diyorlar. Ondan sonra Abdülmuttalib, kullar, şehzadeleri nasıl okşarlarsa öylesine okşadı onu ve alıp Kâbe kapısına getirdi. Onunla oynamakta, âdet olduğu gibi onu havaya atıp tutmaktaydı. Yârabbi dedi, bu, senin kulun Muhammed'dir.  Derken kendisini tutamadı, ağlamaya başladı. Önüne mi olmayan lütuf dadısı merhamete geldi; rahmet denizi coşup köpürdü. Yerden bir dumandır koptu, göğe ağdı; bulutun gözüne vardı; yağmur yağmaya başladı. Çevredeki kuyular, çukurlar doldu; bitkiler suya kandı; ölmüş âlem dirildi. Daha çocukken, kutlu zâtı yüzünden puta tapan kâfirler belâdan kurtuldular; bu kıyamet şefaatçisi, bir gün şefaat kemerini beline kuşanıp şefaate girişirse o sonu olmayan, sınırı bulunmayan rahmet, nasıl olur da inananları dertte, belâda bırakır? Bu, üstünlüklerinden birazıcığını duyup dinlediğin ulular ulusu şöyle

buyurmadadır: "Bilgi, gönüllerin yaşayışıdır. Kullukta bulunmak, ibâdet etmek, suçlara kefarettir. İnsanlar iki çeşittir: Halkı yetiştirip geliştiren Allah'a mensup bilgin, kurtuluş yolunda birşey belleyip öğrenen, bilgi elde etmeye çalışan kişi. İnsanların, bu iki çeşidinden gayrısı, hayvanların yüzüne gözüne konan küçücük sineklerdir. Cennet bahçelerinde yayılın, gezip tozun. Cennet bahçeleri nereleridir diye sorulunca dedi ki: Zikir halkalarıdır. Oralarda gezip tozmak ne demektir denince de, duaya kendini vermek, duâ etmek; kim bilgiyi ve bilginleri severse onun yanlış işleri, yanılarak işlediği küçük suçları hiç yazılmaz, dedi." doğru söylemiştir Allah'ın elçisi.”

 

YARIN: Gözyaşı, su ve ateş…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Balkan (Tarih Yazıları) Arşivi
SON YAZILAR