Bilimsel çalışmalar yeterince kritik edilmiyor

Bilimsel çalışmalar yeterince kritik edilmiyor
Türkiye Yazarlar Birliği’nin (TYB) kuruluşunun kırkıncı yılı dolayısıyla başlatılan “Kırklar Meclisi, Edebiyat ve Hayat Söyleşileri"nin konuğu yazar, akademisyen Prof. Dr. Cemal Kurnaz oldu

Türkiye Yazarlar Birliği’nin (TYB) kuruluşunun kırkıncı yılı dolayısıyla başlatılan “Kırklar Meclisi, Edebiyat ve Hayat Söyleşileri"nin konuğu yazar, akademisyen Prof. Dr. Cemal Kurnaz oldu. TYB Mehmet Âkif Divanında gerçekleşen söyleşiyi Hikâyeci-Eleştirmen Necip Tosun yönetti.

“Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Denemeler” eseriyle TYB’nin 1990 yılı Deneme Ödülü'nü kazanmış olan Kurnaz, programda “Edebiyat ve Hayat” ana başlığı altında yazı, hayat, üniversite, Halk ve Divan şiirinin müşterekleri, Osmanlı şairleri, Divan edebiyatı, türküden gazele konularıyla ilgili önemli açıklamalarda bulundu.

Cemal Kurnaz çocukluk, gençlik ve okul hayatıyla ilgili şunları söyledi:

Ben bir köy çocuğuyum, on bir yaşında Antalya, Aksu İlköğretmen Okulu’na yatılı olarak başladım. 1974 Haziran’ında Urfa’ya ilkokul öğretmeni olarak tayin oldum. Çok idealist bir öğretmendim. Son sınıfta üç tercih hakkı verilmişti. Ben, tercihim olan Urfa’ya tayin oldum. Belki gittiğimiz köyde bir okul bile olmayacaktı; ahırı temizleyecektik, kendimiz sıraları çakıp okul yapacaktık. Böyle ideal duygularla gittim. Urfa’ya varınca bir şok yaşadım, ben. Urfa’da dilencilerin Fuzûlî’den gazeller okuyarak dilendiklerini gördüm. Çok şaşırdım. Bu bana öğretilenlerle uyuşmuyordu. Cumhuriyetin ellinci yılında Ankara’dan, İstanbul’dan bu kadar uzakta Urfa’da bu dilencilere bunu kim öğretmiş olabilir ki? Ben onları bilmiyordum. Onların bilebileceğine de ihtimal vermiyordum. Bir tuvalet bekçisiyle tanıştım. Adı Mustafa. Yirmi altı yaşında bir genç. Mustafa bana peş peşe Nâbî’den bir gazeller okudu. Yer yarılsa girecektim. Mustafa, sen bunları nereden biliyorsun yahu dedim. “Hocam, burada herkes bilir bunları.” dedi. Şaştım kaldım. Ben onları bilmiyordum. Halkın bilebileceğine de ihtimal vermiyordum. Bana öğretilenlerle çelişiyordu. Bize öğretilen şuydu: O yıllarda bize öğretilen edebiyat şu idi: Osmanlı Dönemi’nde bir büyük halk kitlesi vardı, bir de halk olmayanlar, yöneticiler vardır. Bu yöneticiler sarayda yatıp kalkarlardı. Onlara kasideler yazan, onları övmekle yükümlü olan Divan şairleri de sarayda yatıp kalkarlardı, asla surların dışına çıkıp halk ile görüşmezlerdi. Onların edebiyatı Arapça, Farsça, Türkçe karışık yapay bir dil olan Osmanlıca idi. Halk bunları anlamazdı.

Kurnaz, daha sonra Hacettepe Üniversitesi edebiyat bölümünü kazandığını, bu bölümde okurken Urfa’daki bu yaşadıklarının hep aklında tuttuğunu belirtti.

Divan Edebiyatı’yla tanışmasının Âmil Çelebioğlu sayesinde olduğunu belirten Kurnaz okulu birincilikle bitirdiğini, 600 sayfalık bir mezuniyet tezi yazdığını ve daha sonra Osmanlıca okutmak üzere bölüme alındığını ifade etti.

 

Eski Türk Edebiyatının günümüzdeki gelişimine de değinen Kurnaz, “Eski Türk Edebiyatı günümüzde çok mesafe kat etti, çok değerli meslektaşlarımız yetişti, çok güzel eserler ortaya kondu. Bunların bazısı çok iyidir bazısı az iyidir ama sonuçta bir hizmet var ortada. Benim meseleye bakışım biraz şöyle: Ali Nihat Tarlan çok büyük kurucu bir babadır, önemli eserleri vardır ama bugünden baktığımda ruhaniyetinden özür dileyerek söyleyeyim ki büyütüldüğü kadar büyük performans gösterip eseler vermiş değildir. Daha çok eser vermesi beklenirdi, daha çok eserler verebilirdi. Bunu diğer hocalar için de söyleyebilirim ama bunu eleştiri kastiyle söylemiyorum şunu demek istiyorum Eski Türk Edebiyatı akademisyeni olmak isteyen birisi Tarlan’dan başlayarak önceki nesillerin ayak izine basarak onlar ne yapmış, nasıl yapmış diye bakmalı.

Kurnaz sözlerini şöyle sürdürdü:

Günümüzde de bizim neslimiz, bizim öğretmen okulundaki resmi bakış açımızı değiştiren bir iddia ile kavga ile cebelleşerek değil eserleri ile bu kanaati değiştiren Divan edebiyatının itibarını iade eden bir neslimiz oldu bizim. Şahsen böyle değerlendiriyorum. Burada önceki nesillerin de mutlaka bir payı vardır ama bizim neslimizde birden bire bu artık tartışmasız bir şekilde kabul edilir hale geldi ve bizden sonra da şimdi çok genç arkadaşımız yetişiyor, hizmet ediyorlar. Dijital teknoloji bu hizmetleri kolaylaştırdı. Çok iyiler az iyiler mutlaka vardır. Günümüzde sanki kaliteden ziyade sayıya daha çok önem veriliyor, performans olarak istatistikleri çok daha önemsiyorlar. Şu kadar çok makale, şu kadar çok hakemli, uluslararası vs. diye bakılıyor. Oysaki bu sempozyumların, bu bildirilerin, bu makalelerin bir kritiği yapılmalı. Bunlardan mahrum olduğunu düşünüyorum piyasanın. Herkes yapıyor, yaptığıyla kalıyor. Çok fazla bir değerlendirmeye tabii tutulamıyormuş gibi bir izlenim var bende. Bu belki kültür hayatı, edebiyat hayatı için de geçerlidir. O kadar çok üretim var ki bunları değerlendirmeye, bunlara bir değer takdir etmeye çok defa vakit de yetmiyor diye düşünüyorum ama zaman mutlaka bunları eleyecektir ve bir gün bir kıymet takdiri olacaktır. Benim rahmetli Amil Çelebioğlu’ndan minnettarlıkla bahsedeceğim bir şey de şudur: Hiç kimseyi eleştirmeyin, eleştiri yazısı yazmayın. Ben bu sözünü tutamadım. Usulünce olursa niye olmasın? Bir kitap almış okuyucu, aldığı kitabın ona ne olduğunu söylemek bir borç değil mi? Bazı eleştiri yazıları da yazdım. Kendimce iyi yazdığımı zannediyorum. Kişilikleri hedef olan, onu rencide edecek değil de esere tahsis edilmiş, eseri konu edinen eleştiriler. Eleştiri yazısı yazmayın ama gece gündüz yazın. Durmayıp yazın, demesi bizi teşvik etti. Hâlbuki Dil-Tarih gibi klasik birtakım fakültelerde “daha dünkü çocuk sen kendini ne sanıyorsun, yazıyorsun” falan gibi asistanların yazı yazmasına pek hoş bakılmıyordu. Doçent olmuş 40 ından sonra da yazmaya başladığında çok üretken olamıyordu, çok değerli hocalarımız. Biz Amil hocadan böyle bir teşvik gördük, amatör dergilerde yazarak da o yazı sevinci denen şeyi tattık. Bir yazınız yayınlandığı zaman bir dergide değişik bir tatmin duygusu olur genç insan için bu çok mutluluk verici bir şeydir. Biliyorsunuz ki o sizin tanımadığınız okuyucuya ulaşıyor, okunuyor. Tanıyanlar takdirlerini bildiriyor falan. Dolayısıyla biz bu manada yazmaya özendirildik ve rahmetli Amil hoca bir kütüphane kurdu, özgün daha önce kimsenin bilmediği konuları bildiri, makale konusu yapardı. Böylelikle farkındalık yaratmak denen şeyi, fark yaratmayı ondan öğrendik. Bu okumalarımızda biz de özgün olanı yakalamaya ve onları gündeme getirmeye gayret ettik.

Konuşmasında Osmanlı zamanında yazar ve şairlere büyük önem verildiğini söyleyen Cemal Kurnaz, “Zati’nin bir anekdotu var. İkinci Bayezid’e bir kaside sunmuş, İkinci Bayezid dikkatle dinlemiş. İkinci Bayezid, kendisi de şair, bir beytime gelince “bunu tekrar oku.” dedi. Tekrar okudum. “Bir daha oku.” dedi. Bir daha okudum. Yanındakilere dedi ki: “Gök kubbe altında mana tükendi derler, mana hiç tükenir mi? Hüner onu arayıp bulmaktadır. Zati burada çok özgün bir imaj yakalamış. Onu “ödüllerin diye” emretti diyor. Buradan anlıyoruz ki emrinde ordular olan cihan imparatorlarının, cihan padişahlarının kendinin eline bakan şairlerin övgüsüne ihtiyacı falan yok, onlar sanattan anlayan farklı, kaliteli olanı fark edebilecek donanımda yetişmiş adamlar. Fatih, Kanuni gibi büyük padişahlar devrinde ilim ve sanat erbabının himayesi çok daha belirgin bir şekilde öne çıkıyor ama devletin her alanda inkıraza döndüğü devirlerde maalesef her şey gibi ilim ve sanat yeterli himayeyi bulamıyor.

Cemal Kurnaz, Osman Yüksel Serdengeçti ile tanışmasına ilişkin soruyu da şöyle cevapladı:

Antalya Aksu Öğretmen Okulunda öğrenciydim. Herhâlde lise birinci sınıf, 1970 yılı. Okulda sol görüşlü öğretmenler organize bir şekilde öğrencileri etkilemekteydi. Adresini nereden bulduysam, bir mektup yazdım. “Tertemiz köy çocukları, hacı hoca çocukları burada elden çıkıyor, elimizden tutacak bir Allah'ın kulu yok mu? Bu nasıl milliyetçi iktidar? Bize birkaç öğretmen gönderemez misiniz?” gibi laflar ettim. Çocukluk işte. Koskoca Serdengeçti, Ankara'da... İcraat mevkiinde bir insan olarak hayal etmiş olmalıyım. Demek AP'den ihraç edildiğini, artık milletvekili olmadığını bilmiyormuşum. Çok duygulanmış, mektubu alınca ağlamış. Doğru Öğretmen Okulları Genel Müdürü Zeki Sofuoğlu'na gitmiş. Dava arkadaşı, milliyetçi bir kişi… Mektubu okumuş, o da etkilenmiş. İkisi de ağlamış. Gereğini yapalım demiş. Fakat maalesef gereği yapılamadı. Ne gelen oldu ne giden. Kısa süre sonra 12 Mart Muhtırası geldi. Hükûmet değişti. Serdengeçti'den hemen cevap geldi. Beraberinde bir paket kitap…Bir gün, Antalya'ya geldiğini duydum. Bizim okuldan bazı arkadaşlarla gelsin, tanışalım diye haber göndermiş. Ben sıkılıyorum, çekiniyorum. Koskoca Serdengeçti'yle karşılaşmak kolay mı? Korkuyorum. Bir panik içindeyim. Gitmedim. Gidemedim. Haber sıklaşıyor. Yanıma bir arkadaş uydurdum, korka korka gittik. Adresi bulduk. Zil çalışmıyor. Kapıyı çaldık. Kimse yok. İçimden seviniyorum. Tam dönecektik ki baktık, merdivenlerden bir adam çıkıyor. Geldi kapıya yöneldi. Serdengeçti bu mu? "Çocuklar buyurun." dedi. Oturduk. Birtakım sorular sordu. Sohbet ettik. Şimdi neler konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Bir ara "Cemal Kurnaz'ı tanıyor musunuz?" diye sordu. "Bana bir mektup yazmış, tanımayı çok istiyorum, kaç defadır haber gönderiyorum, gelmedi. Görürseniz söyleyin." dedi. "Tanıyoruz." dedim. "Çok mahcup, utangaç bir arkadaş… Gelmeye çekiniyor." Şimdi nasıl oldu da böyle bir muziplik yapabildiğimi izah edemiyorum. Herhâlde hayalimdeki Serdengeçti'nin yerine kılığı kıyafeti, hâli etvarı ile sıradan birisi gibi karşımda oturan bu insan beni rahatlatmış olmalıydı. Az sonra dedim ki: "O çocuk benim." Nasıl şaşırdığını, heyecanlandığını anlatamam. Kahkahalarla güldü. Birden hareketlendi, kalktı, içerideki odaya geçti, bir kucak kitap ve dergi ile geldi. Serdengeçti mecmuasının mevcut sayıları ve kitaplarıydı bunlar. Sonraki yıllarda sık sık görüştük.

 

Prof. Dr. Cemal Kurnaz, Osman Yüksel Serdengeçti’nin hayatını, eserlerini, mücadelesi ve düşünce dünyasını anlattığı “Deli Rüzgar” eseriyle ilgili de şunları söyledi: Serdengeçti şair ve yazarlığının yanı sıra, Türkçülüğü ve İslâmcılığı birleştiren, Ziya Gökalp’tan Mehmet Âkif’e uzanan özgün bir düşünce dünyasına sahipti. En başta kendi yazıları olmak üzere arşiv belgeleri, gazeteler ve dergiler, kitaplar, tezler, makaleler, röportajlar ve haberler titizlikle araştırdım ve ortaya güzel bir eser çıktı.”

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.