BÜYÜK TÜRK EDEBİYATI SORUŞTURMASI/6: MUSTAFA EVERDİ

BÜYÜK TÜRK EDEBİYATI SORUŞTURMASI/6: MUSTAFA EVERDİ
Bugünün Türk öykü, şiir ve eleştirisi üzerine soruşturmamız usta kalem Mustafa Everdi’nin cevapları ile devam ediyor

1-Türk edebiyatında hikâye anlatma biçimi son dönemlerde bir hayli değişim/dönüşüm geçirdi. Sizce, bugünün öykücülüğü, mesaisini yeni arayışlarla mı, yoksa kendi klasiklerini oluşturma gayretiyle mi devam ettirecek?

2-Yahya Kemal, “Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadim/Bir meşaledir, devredilir elden ele” demişti. Yirmi birinci yüzyılda meşalenin akıbeti sizce ne haldedir?

3-“Edebiyat Eleştirisi” kavramından ne anlamalıyız? Yokluğundan bunca şikâyet edilen eleştiri, rüştünü nasıl ispat etmeli?

1-

Hikâye yerine öykü denilmesi bugün yazılanları daha iyi anlatıyor. Eskiden hikayeler, düz bir çizgide seyrediyordu. Memduh Şevket Esendal, Şevket Bulut, Mustafa Kutlu da olduğu gibi. Üstelik hikâyenin didaktik içeriğini okuyucu açık ve anlaşılır bir dilin içinden anlayabiliyordu. Bugün bu açıklığın yerine, daha karmaşık, çoğu zaman da ne anlatıldığına ilişkin sadece yazara malum olan imgeler ve simgelerle kurulmuş kapalı bir tarzı var öykülerin. Yazarın zihninde bir şeyler dönüyor ama okuyucu buna erişemiyor çoğu zaman. Yazarın öznel imgeleri ile örülmüş kurmacalar bunlar. Bu anlatım şekli okuyucu için zorluk, yazar için geniş bir imkân sağlıyor. Geleneksel anlatının teknikle aşılması, okuyucuyu karanlık dehlizlerde önündeki metni çözme uğraşı ile baş başa bırakma tehlikesi de getiriyor ne yazık ki.

Yazarın görevi kapalı olanı açma, okuyucunun idrakine sunma, karakterle özdeşleşme, olayları ve insanları anlama, kahramanın iç dünyasına ulaşma imkânı vermelidir. Aksi halde öyküde olup biteni görmek/anlamak mozaiklenmiş film seyretmek gibi bir etki bırakabilir. Bu şekilde okuyucuyu pösteki saymak uğraşı içinde yorabilir. Bu nedenle önündeki metni bitirmek için ceht göstermesi gerekir okuyucun, azmetmesi. Veya bir görevle okuması. Oysa okuyucu nazlıdır. Yorulmak değil yükselmek için okumaya yönelir. Hikâyenin sonunda içlenip bir soluk vermeli ve uzaklara dalıp gitmeli. Bunu sağlayan öykü, eşiği aşmıştır.

Yeni öykü yolunu, tekniğini ve imgelerini bulamadı henüz. Yerli yerine oturmadı her şey. Bu bir imkân olduğu kadar okuyucuyu soğutan bir zorluk da getirebilir. Genç yazarlar hayatı, edebiyatı, hikâyeyi hazmedip katılaşmamıştır daha. Klasik anlatıda süreklilik kazanan bir monotonluğa kapılmamıştır. Gücü de burada genç hikâyecilerin, yeni zamanlara seslenebilme iktidarına erişmesi de. Gün olur, gelecek onların kalemi ile kurar edebiyatını. Umudumuz var, alametlerini yayınlanan eserlerde görmeye başladık. Daha mesafe alacakları yolun, uzun olduğunu kabullenirlerse, kalıcı olacaktır bu yazarlar.

Mesela manzara tasviri, portre anlatımları azalıyor edebiyatta artık. Daha çok olayların etkisi, bıraktığı izlenim, yansıyan duygular önem kazanıyor.

Bilgi Google'nin işi artık. Bundan böyle nesneden yansıyan duyguyu, algıyı, etkiyi anlatması gerek yeni dönemde yazarlar. Bugün Google’da her sorunun cevabı var. Digital kültür, bütün dünyayı önümüze serdi. Ansiklopedi devri sona erdi artık. Google herkesi allame eyledi. Bu nedenle digital ortamların başaramadığı bir dil ve anlatımla insanların içdünyasına yer vermeli yeni edebiyat. Gerçeğe fazla sadık kalınca ellerini keser okuyucunun. Bu sebeple bütün dünyada büyülü, esrarlı, alacakaranlık edebiyat yükselişte zaten.

Yeni gelişmelerin ve çağ insanının dünyasına eğilebilen yazarlar ses getirecek bundan böyle. Bana göre küreselleşme ve sosyal medya, kaynağından dünyaya doğru işleyen tek yanlı bir süreç değil. İnsanlığa söyleyecek bir cümleniz varsa bu süreç Türkiye’den bütün dünyaya doğru da işler. Yeni dönemlerde yazarlar o cümlenin peşinde olmalı, evrensel ilgilere seslenmek çabasına girmeli.Haruki Murakami’nin yaptığı gibi. Karakterler, hayata katılınca gerçeklerle yüzleşir yazarlar. 

Hepimiz enformatik bir çağda yaşıyoruz, yani günümüzde. Her bilgiye, gelişmeye, zararlı veya faydalı olana bile bir tıkla ulaşma imkânı veren bir dönem, yaşadığımız bu zaman. Bu nedenle geleneksel kültürden beslenen birikimle çağdaş ilgilere yankı olmayı başarmalıyız. Artık insanlar, hikâye karakterlerini tek bir pencereden, nostaljik bakışlarla anlatmayı yeterli bulmuyor. Hayata katılan, sorunlarla boğuşan insanların, dramla ütopya arasındaki travmalarını sağaltacak eserlere yöneliyor.

 

Dindar, kültürlü, hayatını anlamlı kılmaya çalışan Müslümanız bir yandan. Diğer yandan Batıdan da beslenmiş, bir kafa karışıklığına düçar olmuşuz. Belki bu nedenle hibrit karakterlere can verecek zamanımızın öyküsü. Böylece, dağarcığın çeşitlilik içermesi kaçınılmaz bir olgu artık. Dünyada bu yöntemi esas alanlar sesini duyurabiliyor. Bu demek değildir başıboş bir deneme içinde olalım. “Deneysel” yazının köklerden kopuşunu değil  “geleneğe” yeniden hayat veren bir yönteme ulaşmayı bekliyorum.

Mesela Metropol Mücahidi yepyeni bir yöntemle yazılmasına rağmen klasik hikâye etme tarzını canlandıran bir kitaptır. Kendinin bilincinde olan edebiyat, bir kopuştan çok bir yeniden diriltme çabasıdır. Ben bunu deniyorum.

 

2-

Geçmişteki üstatlarla iftihar edebiliriz. Peki, biz onların öğündüğü halefler olsak daha iyi değil mi?  Her yazar zamanına konuşur. Üstatlar vakti zamanında edebiyatı yükseltmiş olabilir. Ancak kendilerini yaşatmanın, sürekli çizgilerini sürdürmenin hesabını yaparlar, itiraf etmeseler de. Dergilerde televizyonlarda bu ümidi gördüklerini desteklerler. Karşılıklı bir alış veriş vardır bir anlamda. Aslı taklit yenilere bir kazanım vermez. Bu nedenle geleceği temsil edenler yeni bir üslup ve bakışla ortaya çıkmak zorunda. Bu üstattan kopuştur, gelenekten değil.

Dışardan gelen destekle edebiyatçı olunamaz. Zaten öznel tahtının zirvesine çıkmış üstatlar. Antoloji ve ansiklopedilerde yerlerini almışlar. Peki, genç yazarlar ne yapacak? Bugün ne yaşanıyorsa onun hikâyesini anlatacak. Artık köy romanları, hidayet vaazları, doğada organik bir hayatı değil büyükşehirler, metro, hızlanmış zamanın içinde yaşıyoruz. Hızlanan bu hayatın telaşı arasında kısa metinlerle derin hikayeler kurabilmek sanat olacak.

Her dönem kendi edebiyatını oluşturur. Mum ışığında uzun kış gecelerinde Dostoyevski’nin Balzac’ın, V. Hugo’nun kalın kitaplarını okumak için insanların bol bol zamanı vardı. Bugün hızlanan hayat bu fırsatı tanımıyor insanlara. Her şeyi kitaplardan öğrenmek zorunda bırakmıyor.

Diğer yandan Fransa’da Balzac, Hugo, Proust kitaplarını daha çok kadınlar okuyordu. Yaşamak için çalışmak zorunda olmayanların vakit geçirme meşgalesi idi. Şehir edebiyat mahfillerinde buluşmalar, heyecanlı kavgalı çekişmeli tartışmalar oluyordu. Canlı ve yüz yüze bir edebi iletişim ortamı vardı. Roman gelişimini kadınların ilgisine, dikkatli okuyucu olmasına, edebiyat dünyasını izlemesine borçludur. Bugün her yazar, yalnızlık içinden ses vermek zorunda. Sanal ortamlar dışında verimli edebi mahfiller bulmak zor.

Günümüzde uzun yazıları, kalın kitapları okuyacak ne sabır ne de vakti var insanların. Bir koşu içindeyiz, hızlanan hayatta. Telgraf, edebiyatı belirlemiştir mesela. Daha kısa metinlerle daha uzun anlamlar barındıran eserler. Bugün sosyal medya da en az telgraf kadar belirleyici edebiyat üzerinde.

Kadınların yükü daha da ağır. Hem bir işte çalışacak hem evi çekip çevirecek. Bu daraltılmış alandan çıkabilmek için son zamanlarda anlatan, anlayan, yazan kadınlar öne geçti edebiyatta. Sosyal medyayı anlamlı, elverişli bir alan gördüler. Anlatmak ve yazmak iştahı yaygın bir varoluş çabasına dönüştü. Erkekler eski rollerini kaybetmek üzereler. Sanat ve edebiyata olan ilgileri azalmış yeni bir erkek nesli var. Gittikçe edebi mevziler erkeklerden çok kadınlara bırakılacak. Bunu bir tespit olarak ifade ediyorum. Yoksa olumsuz bir gelişme olarak değil.

Zaman hızlandı artık. Her insan anlatmak istiyor. Bir kelime, cümle, sayfa ile ne varsa derununda. Her konuşma bir anlatma ihtiyacının dile gelmesidir. Geleceğin edebiyatı hızlı alametlerle,  gelip geçen imgelerle kurulacak. Hem de gözlerimizi kamaştıran bir parlaklıkla. Elbette bilincimizi de bükecek bu arada. Kısa ve öz olmak zorunda bu yüzden, çarpıcı. Her kitap içerdiği aforizma ile tüketilen bir metne dönüştü. Temalar günlük hayattan olabilir ama düne bugüne ve yarına ilişkin zengin çağrışımlar içermeli öyküler. Okuyucuya geniş bir alan açmalı, sıkışıp yalnızlaştığı metropol mekanlarında.

3-

Büyük anlatılar dönemi sona erdi. Destanı yazılacak ne kaldı ki? Geçmiş Zamanın Peşinde'yi kaç kişi okur, ya da kaç kişi para verip satın aldığı halde Savaş ve Barış’ı baştan sona satır satır okuma sabrı gösterir bugün. Bu demek değil ki edebiyat da tükendi. Niall Lucy, Postmodern Edebiyat Kuramı'nda Barth'ın, eski edebiyatın anlatma imkanlarının “tükenmişliği” edebiyatın kendisinin tükenmesi sonucunu getirmez, dediğini aktarır.

Anlamı taşıyan şey dildir ve anlamlı olan yalnızca dildir. Anlamın buharlaşması hakikatin buharlaşmasıdır. Biliyoruz ki hakikatin mekânı dildir. Bize anlamlı bir dünyanın ve hayatın kapısını yalnızca dil aralayabilir. "İnsanlığı kurtarma isteği duyan herkes günümüzde öncelikle sözü kurtarmalıdır." Diyor, Jacques Ellul, Sözün Düşüşü’nde. Sözü kurtarmak, edebiyatın temel işlevi ve yazarın farkında olmasa da gizli görevidir.

Mary McCarthy, üzerine “skandal kokusu” sinmemiş bir kitabın muhtemelen roman sayılamayacağını öne sürer. Kendisiyle o kadar meşguldü ki biri tarihsel bir vakadan bahsetse parmağını ısırıp nazikçe, ‘Bakalım ben o zaman kaç yaşındaydım?’ derdi,” diye yazar Kazin. Kadın ilgiyi kendi üzerine çekiyordu, ama aslında belki de tarihle bağlantı kurmaya çalışıyordu. Biz de bazen ABD başkanı Kennedy öldürüldüğünde ya da Ay’a ilk ayak basıldığında nerede olduğumuzu hatırlarız; işte onun bu alışkanlığı muhtemelen bizim hissettiklerimizle benzer.  Bu nedenle sosyal medyadaki ben söylemi nevzuhur bir gösteri(ş) değil varoluş kaygısından da kaynaklanır.

Aristoteles’in anlatı tanımı hala geçerli mesela. Bugün de edebiyat hem aşinalık içermeli, bildiğimiz bir şeyden bahsetmeli, hem de ani bir dönüş barındırıp büyük bir değişimden söz etmelidir.

Öykünün bir biçimi, çerçevesi ve sınırları olur; deneyiminse sınırları belirsizdir ve benzer deneyimlerle birleşme eğilimindedir. Deneyimler genelde bizim yaşadığımız şeylerdir; öykülerse başkalarının başına gelir. Bu nedenle deneysel olanla öykünün farkı eleştiri ile mümkün olabilir.  Yazarı kendisinden iyi anlamak diye bir olgu var. Yazarın içselleştirdiği eserinde göremediği kusurları, okuyucu ve otorite okuyucu olan eleştirmen görür. Ancak bugün eleştiriye anlayışla bakıldığını söylemek zor. Bu yüzden kaliteli ve kalıcı olana ulaşabilmek gittikçe güçleşiyor. Artık yayınlanan binlerce eser, yüzlerce yazardan işte bu denecek olanı görebilmek bazen şansa bazen zamana kalıyor.

Eleştiri bu anlamda rehber olur. Hem yazara, hem okuyucuya. Gittikçe bu imkan kaybolmaktadır. Çünkü eleştiri ya değiniye ya da lobilerin dayanışmasına dönüştü. Klasik -kalıcı olan- farklı milletlere, edebi anlayışlara ve birden çok nesle ulaşabilen eser demektir. Ancak o zaman yazar gerçek değerini bulacaktır. Bunu ancak zamana direnebilen eserler başarır, uzun vadede. Popüler, çok satan yazar olmayı herkes ister. Beni anlayan okusun diyen üstenci bakış züğürt tesellisidir aslında. Ömrünü aşan eserlerin yazarı olmak, her yazarın kızılelmasıdır. Bu imkanın, ağır eleştirilerden ders aldıktan sonra gelmesi de mümkün, Dostoyevski’ye yapıldığı gibi.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.