GÜNÜMÜZ ÖYKÜCÜLERİNİN ÇOĞU KLASİK ŞİİRİ BİLMİYOR

GÜNÜMÜZ ÖYKÜCÜLERİNİN ÇOĞU KLASİK ŞİİRİ BİLMİYOR
Türk edebiyatının bugününe dair soruşturmamıza Recep Seyhan'ın cevaplarıyla devam ediyoruz

1-Türk edebiyatında hikâye anlatma biçimi son dönemlerde bir hayli değişim/dönüşüm geçirdi. Sizce, bugünün öykücülüğü, mesaisini yeni arayışlarla mı, yoksa kendi klasiklerini oluşturma gayretiyle mi devam ettirecek?

2- Yahya Kemal, “Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadim/Bir meşaledir, devredilir elden ele” demişti. Yirmi birinci yüzyılda meşalenin akıbeti sizce ne haldedir?

3- “Edebiyat Eleştirisi” kavramından ne anlamalıyız? Yokluğundan bunca şikâyet edilen eleştiri, rüştünü nasıl ispat etmeli?

 

Günümüz Türk öykü, şiir ve eleştirisi üzerine soruşturmamıza usta yazar Recep Seyhan’ın cevapları ile devam ediyoruz. Seyhan’ın soruşturma sorularımıza verdiği cevaplar bir bütünlük dahilinde değerlendirmeler ve önemli tespitler içeriyor. Özellikle öyküleri ve öykü üzerine eleştiri ve inceleme yazıları ile ön plana çıkan Seyhan’ın eserleri artık Bilge Kültür sanat etiketiyle çıkıyor.

 

Aslında bu iki başlık ayı yazı konularıdır. Biz burada bir bağlam ilişkisi ile birleştirerek vermeye çalışacağız. Sözünü ettiğimiz bağlam; gelişerek devam eden, devam ederek kendini yenileyen Türk hikâyeciliğindeki değişim ve dönüşümün macerasında, gözle görülür hareketlenmeyi 1940’lara kadar götürmemiz mümkündür. 1940’larden sonra hikâye anlatma geleneğimiz, yeni ve daha farklı anlatım imkânlarının denenmesi sürecine girdi Bunda Postmodernist eğilimin etkisi de oldu kuşkusuz; dolayısıyla anlatım, bu yöntemin verilerini de değerlendirmeye aldı. Bu konuda Sait Faik önemli bir çıkış yaptı. Bilge Karasu, Ferid Edgü, Cahit Zarifoğlu (İns), Rasim Özdenören ile anlatım imkânları daha da genişletildi. 1980’lerde görünür kılınan bu değişim 1990’lardan sonra mevcudu daha da zorladı. 2000’lerden sonra hikâyede kayda değer bir sıçrama görüldü. 1980’lerde, yılda yayımlanan hikâye kitabı sayısı bir elin parmaklarını geçmez iken son yıllarda yanılmıyorsam yılda ortalama 150-200 civarında hikâye kitabı yayımlanıyor. Bu, hikâye adına büyük bir atak şüphesiz.

Nerede kemiyet öne çıkarsa keyfiyet de yerinden şöyle bir kımıldayarak haklı sorgulamasını yapar. Parlayan bir hareket denetimsiz kalırsa o hareketin istikametinde problemler belirir. Bize göre filtrelemede (sansür değil) vize ve otokontrolde bir problem var. Problemin giderilmesi de eleştirinin rüştünü ispat etmesine bağlı. Bunun için de öncelikle mevcut durumda yapılmakta olanın ne olduğunun adını yüksünmeden ve bir komplekse kapılmadan dosdoğru koymamız gerekiyor. Buna başka vesilelerle değinmiştim; ortada eleştirmenler değil değinmenler ve müsebbitler var. Tespit çalışmaları üniversite öğrencilerinin bitirme tezleri veya yüksek lisans çalışmaları için caridir. Eleştirmenin işi bu olmamalı. Öncelikle; kanka güzellemelerinin, değinilerin, tespit ve tanıtım çalışmalarının eleştiri olmadığını tespit etmelidir. Konunun diğer ayağında, hikâyenin, alanında yetişmiş editörlerden mahrum bulunması var. Bu sebeplerle sistemin dergilerde de yayınevlerinde de iyi işle(til)mediğini düşünmekteyim. Elbette iyi editörlerimiz de var ancak gerekli denetimin yeterince yapılmadığını düşünüyorum.

Yahya Kemal, bir şiirinde “Sönmez seher-i haşre kadar şiir-i kadim/Bir meşaledir, devredilir elden ele der. Bendeniz bunu öyküye uyarlayarak diyorum ki anlatma geleneğimiz sözlü dönemden günümüze kadar elden ele devrederek devam ediyor. Geleneksel hikâye için iyelik eki kullanırken Modern öykü veya posmodern öykü için bir sahiplenmeyi içkin olan –imiz ekini kullanmakta yüksünüyor dil. Sizde de öyle mi bilmiyorum, bende öyle. (“Modern öykümüz” diye bir ifadeyi yadsıyor iseniz sizde de öyledir.) Bunun sebebini düşünmeliyiz. Bizce “modern öykü” ve “postmodern öykü” gibi nitelemeler/eklentiler geçici adlandırmalardır ve bir evreyi anlamak için işimize yarayabilir ancak. Ötesi yoktur. Yarın başka bir adlandırma bunların önüne geçebilir. Her durumda kalıcı olan şudur: Köklü bir anlatma geleneğimiz var ve bunun mimarı biziz. Bütün eklentiler bu mimarinin çevresinde ve onu güzelleştirme çerçevesinde olacaktır. İkincisi; her dönemde öyküyü geliştirecek olan öykü tenkididir. Edebiyat eleştirisinin içindedir elbette bu da.

 

Edebiyat eleştirisinden benim anladığım metinlerin gösterdiklerinin değil işaret ettiklerinin; yazarın biyografik kimliğinden çok edebî macerası içinde dokunan kimliği ile eseri arasındaki bağın ortaya çıkarılması, mukayeseli edebiyat verilerinden de yararlanarak eserin benzerlerinden (varsa) farkının, dil ve anlatım bakımından nerede ve nasıl durduğunun bize somut verilerle gösterilmesidir. Eskiler eleştirmene “münekkit” diyorlardı. Münekkit kavramının içinde eleştirinin yanında ayrıştırma, çözümleme ve rehberlik sıfatı da vardır. İyi bir eleştirmen eleştiriyi değil analizi ve rehberliği öne çıkarır. Verili olmak kaydıyla elbette tenkidin içinde eleştiri de vardır. Hakkaniyetli ve adil bir eleştirmenin notları yazara ayna olur. Öykü yazarı, bugünkü değinilerde kendisini değil şişirilmiş gölgesini görebiliyor ancak. Bu, yazarı geliştirmeyeceği gibi uzun vadede öyküyü tutuklar. Bu problem şu anda sivrilmiş hatlarla görünmüyor olabilir ama önünde sonunda tebarüz eder.

 

Kayda değer eleştiri hiç mi yok, denebilir. Var tabii; bir kımıldama var ancak orada da başka bir şey görünüyor. Bu, konuya yaklaşımla ilgili. Bir görüşe göre (mealen); “Anadolu’yu anlatan kimi yazarlar modern öykünün verilerinden yararlanacağım derken ona yabancılaştılar. Böylece, geleneksel öykü damarımızdan iyice kopmuş;  ‘dertsiz’, ‘milli olmayan’, psikolojisi bozuk insanların iç kıvranmalarını aktaran ‘marazi bir öykü’ çıktı ortaya. Bu tür metinlerin içinden çıkamayan bazı yazarlar, artistik yollara başvurarak vaziyeti kurtarmaya çalışıyorlar.” Eleştiri ana hatlarıyla bu. Bu yaklaşımı tümüyle reddetmek mümkün değil. Ne ki burada sakil duran bir şeyler var:

Öncelikle hikâyenin geldiği noktayı toptancı bir yaklaşılma buraya tıkamak isabetli değil. Öte yanda; insan, bireysel bun’uyla, hayta ve hercai taraflarıyla, bilgeliği ve serseriliği ile bir bütündür. İnsanın bun’unu anlatmayı, bu sırada bilinç akışı tekniğine başvurmayı alay konusu yapmak; deneysel arayışları, öykünün ulaştığı anlatım imkânlarından yararlanmayı “artistlik yapmak" olarak değerlendirmek doğru bir yaklaşım değil. Sanat bir yanıyla art-ist-ik bir faaliyet değil miydi? Bu görüşü seslendiren eleştirmenimiz bu konuda örnek alınması gereken yazarların adlarını da veriyor. Kimse falan veya filan ustanın izinde üretmek zorunda değildir. Ustaların izinde ispat-ı vücut eden geç yazarların önünde bir bariyer vardır: Güçlü babanın gölgesinde yaşayan oğullar ve baskın karakterli annenin yamacında büyüyen kızlar sağlıklı bir gelişim içinde olamaz. Geleneksel anlatı hattında kendisini kanıtlamış bir usta ile modern öykünün imkânlarını iyi kullandığı bilinen başka bir ustayı ringe çıkarıp işlemin sonunda birini galip ilan ederek yeni yetişen genç yazarları ilkinin hattına davet eden bir yaklaşım temelden yanlıştır. Bizce doğru olan orta yoldur: O da geleneği ıskalamadan modern öykünün verilerinden de yararlanmaktır[i].

Andığımız yaklaşıma bakıyorum; faraza “İslami duyarlılığı bulunmayan” bir öykücünün eserinde mukabeleye giden bir kadının varlığının duyurulması ayaklarını yerden kesiyor ve “işte aradığımız bu!” diyebiliyor eleştirmen. Konu bu kadar yalınkat değil oysa. Burada bir kompleks de seziliyor doğrusu. Bu yaklaşım İslam’ı, öncelikleri arasında başat kılan diğer öykücülere de haksızlık olur. Anadolu insanını anlatmanın türlü yolları var ve bu yol hiçbir zaman tek olmayacaktır. Önemli olan göze sokmadan göstermek ve sezdirmektir. Bundan da öncesi dil ve anlatım başarısıdır.

Sanatsal faaliyetin aslı, “kendi” kalarak özgür bir alanda dolaşmaktır. İnsan bir bütündür. Bırakalım genç yazar, insanın bireysel bun’unu da anlatsın Anadolu irfanını da. Bunları birbiri ile yarıştırmak doğru değil. Bize göre yapılması gereken yapılmıştır. Deneysel arayışları yoklayanlar da bireyin kişisel tarihini anlatan yazarlarımız da geleneksel anlatı damarına sadık kalarak onu diri turanlar da doğru yapmışlardır.

 

Sonuç olarak bugünün öykücülüğü kendi klasiklerini oluşturma istikametinden ziyade değerler manzumemizi fazla da önemsemeden yeni arayışlara yönelmiş gibi görünüyor ve riskli bir alanda; sisli ve kaygan bir zeminde hızla yol alıyor. Bu gidişin bir kaza riski hep var. Gerek dil ve anlatımda gerekse metnin dokusunda değerler manzumemize hakkı verilir, kazaya da uğranmazsa hayırlı da olabilir bu.

Buradan, öykümüzün eski şiir ile bağ(sızlığı)ını irdelemek istiyorum. Yahya Kemail’in yukarıda geçen beytinin özgün metninde ifade şi’ri kadim olarak geçiyor. Şair ع (ayn) harfini imlemek için kesme işareti koymuş olmalıdır. Bu biraz da Latin harflerinin yetersizliği ile ilgili. “Şi’ri kadim” imlasından öncelikle imgesel bir anlama yani “eski aslan” anlamına ulaşılır. Bu durumda ifade uzak anlamıyla yani ‘geçmiş uygarlığımız’la sınırlanmış olur. “Sönmez seher-i haşre kadar şiir-i kadim” dizesinde Klasik Türk Şiiri kadar kadim uygarlığımızın anlamının da içkin olduğunu düşünüyorum. Eski şiir, “Karma ve anlaşılmaz bir dille, İran şiirinin gölgesinde, yüksek zümreye hitap eden seçkinci bir şiir” gibi çok ağır eleştirilere de uğradı; ama sanat zaten seçkincidir. Diğer hususlarda yapılan eleştiriler hakkında çok yazıldı. Oraya girmeyeceğim. Divan Şiiri onca eleştiriye rağmen klasiktir ve donanımlı bir şiirdir. Şiir imgeyle yazılıyorsa (ki öyledir) bu şiirdeki imgesel zenginlik bugün de aşılmış değildir. Ben başka bir şey söyleyeceğim: Günümüzün öykücülerinin çoğu Klasik Şiiri bilmiyor, okuyanlar da anlayamıyor, bırakıyor. Bu şiir üzerinde çalışılmayı gerektiriyor. Günümüz insanı zor olandan kaçıyor, kolayı seçiyor. Genç öykücüler bu şiiri bilmedikleri için oradaki imgesel zenginlikten de maalesef yararlanamıyorlar; hatta bazı usta isimlerin bile bu şiiri bilmediğini biliyoruz. Bu, hikâyeciliğimiz adına önemli bir kayıptır; fakat telafisi hâlâ mümkün bir kayıptır bu.

 “Şiir-i kadim” ifadesinin içinde kadim medeniyetimizin de barındığına değinmiştik. Bir medeniyetimiz var elbette ve o medeniyetin mimarları; mimariden musikiye kadar güzel sanatların her şubesine onun ilmeklerini atmışlardır. Bu ilmekler, Tanpınar’ın ifadesiyle “ibadet eder gibi”  dokunmuştu. Bir tarih vermek istemezdim; ama gerçek şu ki uygarlığımızın verilerine öyle hoyrat davranılmıştır ki -resmi düzlemde- bir medeniyetimizin olduğu ve onun varlığı, bize kattıkları, katacakları ancak 80 yıl sonra ayırt edilebilmiştir. Bireysel çıkışlarla fark edenler de ağır bedeller ödemişlerdir. Bunu sanatın diliyle ifade edenler ise zamanında yeterince anlaşılmamışlardır; en azından siyasal içeriğin sığ kabına sığdırılmaya çalışılmıştır bu metinler. Bugün bile keyfiyetin fark edilişinde yer yer yaklaşım sapmaları, gözden geçirilmesi gereken noktalar vardır. Bu ayrı bir mesele tabii. Bu konuda irdeleyici taramaya devam edilmesi gerekiyor. Bu olursa yapılırsa ümitvar olmak için sebepler var artık.

Dipnotlar: 

[1] Konuyla ilgili sadece kişisel web sitemizde (recepseyhan.com.tr) yayımlanan Otorite® Edebiyat başlıklı çalışmamıza bakılabilir.

[1] Tanpınar, Beş Şehir, Dergâh Yayınları, 1992, s.132: “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçirmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar kubbe, kemer, mihrab, çini, hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.”

 

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.