GÜNÜMÜZ TÜRK EDEBİYATI SORUŞTURMASI

GÜNÜMÜZ TÜRK EDEBİYATI SORUŞTURMASI
Günümüz Türk öykü, şiir ve eleştirisinin durumuna dair önde gelen yazar ve şairlerimize bazı sorular yönelttik.

1-Türk edebiyatında hikâye anlatma biçimi son dönemlerde bir hayli değişim/dönüşüm geçirdi. Sizce, bugünün öykücülüğü, mesaisini yeni arayışlarla mı, yoksa kendi klasiklerini oluşturma gayretiyle mi devam ettirecek?

2-Yahya Kemal, “Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadim/Bir meşaledir, devredilir elden ele” demişti. Yirmi birinci yüzyılda meşalenin akıbeti sizce ne haldedir?

3-“Edebiyat Eleştirisi” kavramından ne anlamalıyız? Yokluğundan bunca şikâyet edilen eleştiri, rüştünü nasıl ispat etmeli?

 

MUSTAFA UÇURUM

1.Hayatın her alanında olduğu gibi edebiyat dünyasında da yeniliklerle karşılaşıyoruz. Elbette bu ilk değil. Belki de söz dile düştüğünden bu yana yaşanan bir sürecin izini sürüyoruz.

Sözlü edebiyattan yazılı edebiyata geçmek, şiirin hâkim olduğu dönemleri yaşamak, hikâye etmeyi bir yaşam şekli haline getirmek, batı ile tanışarak yeni tür ve şekilleri denemeye başlamak gibi bir geçiş var edebiyat tarihimizde.

Hikâyeye yabancı bir toplum değiliz. Destan kültüründen gelen bir geçmişimiz var. Masallarla büyüyen bir neslin evlatlarıyız. Bu bağlamda hikâyeler bize yabancı değil. Ciddi anlamda hikâye ile tanışıklığımız Tanzimat Dönemi’nde başlar. Fitili ateşlenen hikâyeler hızını hiç kesmeden günümüze kadar yaşanan zamana ve olaylara göre şekillenerek varlığını sürdürüyor.

  1. hikâyeciliği oldukça hareketli günler yaşıyor. Dergiler öykülere daha yoğun yer veriyor. Öykü dergileri çıkıyor. Öykü festivalleri, öykü okumaları düzenleniyor. Bütün bunlar da öykücüleri besliyor. İki çizgi arasında gidip geliyor öykümüz. Durum öyküleri ve olay öyküleri iç içe geçerek, bazen keskin çizgilerle ayrılarak edebiyat dünyasına yeni öyküler kazandırıyor.

Dünyada yaşanan bireysellikten ister istemez edebiyat da payını aldı. Artık karşımıza bireyselliğin ağır bastığı ürünler çıkıyor. Kişinin kendi dünyasından devşirdiği ve kalabalıklara armağan ettiği bir öykü havası hakim. Bu yapılırken bir oluşum ya da hareket olsun diye değil sadece kendi sesini duyurmak için yapıyor bunu söz sahibi. Tüm oklar kendisini işaret edecek cümlelerin ardına düşenler çoğalacak. Kendi öyküsünün yazarı, okuru yer yer de eleştirmeni olanlarla birlikte yürüyen bir süreci yaşayacağız. Bunu daha çok genç kalemlerde görüyoruz, görmeye de devam edeceğiz.

Yeni bir arayışın telaşında herkes. Kimsenin takipçisi olduğunu kabul etmeden, kendi sesinin gölgesinde serpilip büyüdüğüne inanan (!) bir topluluk var. Kendiliğinden oluşan bir şey bu. Zaten günümüzde bilinçli bir birliktelikten bahsetmek mümkün değil. Kendisiyle başlayan bir ışığın ardına düşerek yol alacağını zanneden bir gençlik var karşımızda. Bu hayra alamet mi elbette değil.

Bütün bunların yanında, yazma eylemine bilinç yükleyen, sesinin ulaşmasını istediği kitleyi etkilemeyi, değiştirmeyi arzulayan yazarların sıkı duruşları da bize, “İyi iki öykümüz var.” dedirtmeye devam ederek varlığını sürdürecek. Bu isimler kalacak yarına. Klâsiğini yazdıklarıyla ve duruşuyla pekiştirenler. Mesela Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Abdullah Harmancı, Ali Ural, Rasim Özdenören.

2.Ben edebiyat adına her zaman umut doluyum. Bu umudum hayatın başka alanlarında bu kadar canlı değil. Dergiler var, kitaplar var, fuarlar düzenleniyor, söyleşiler, dinletiler var. Bütün bunlar edebiyatın hayatımızda var olduğunun birer işareti.İyi dergilerimiz var. İyi şiirler yayınlanıyor bu dergilerde. Gençler şiir üzerine düşünüyor ve şiir üzerine çalışıyor. Edebiyat atölyelerinde şiir çalışan gençler vakti gelince dergilerde boy göstermeye başlıyor.

Sıkı şiirler yazılıyor. Alt yapısı güçlü, sesi olan, sözü olan şiirler bunlar. Bir dergide onlarca şiir oluyor, belki daha fazla. Ben bir ya da iki güzel şiir okuyunca mutlu oluyorum. Umut doluyor içim.

“Günümüzde şiir yok.” diyen bir arkadaşıma, kimleri okuduğunu sorduğumda; “Ben İsmet Özel’den başkasını okumuyorum.” demişti arkadaşım. Böyle düşünen kafalar için İsmet Özel’in de bir faydası olamaz.

Şiir elden ele devredilir, meşale hiç sönmez. Çünkü şiir var hayatımızda. Var olmaya da devam edecek. Çünkü hayat devam ediyor.

3.Aslında hakkıyla yapılan eleştiri kişi için bir rehberdir. Eleştiri kişiyi besler. Yol, yordam öğretmenin adıdır eleştiri; yapılan edilene, yazılan çizilene çeki düzen veren bir kontrol mekanizmasıdır.

Edebiyat eleştirisi de ortaya konan çalışmaların gözden geçirilmesi için oldukça faydalı olacak bir bakış açısıdır.

Bu kadar faydası olduğuna inanılan eleştiriden peki neden uzak durulur? Çünkü “hakkını verme” kıstası yerine kişisel hırslar, hesaplar gündeme gelince böyle oluyor. Bu birinci sebep. Eser değil kişi merkeze alınıyor. Bu yeni bir hastalık değil. Nurullah Ataç’ın Abdulhak Hamid Tarhan için söylediklerine bakalım; “Bilirsiniz, sevmem Abdulhak Hâmit’i. Yıllardır hiçbir kitabını açıp okumadım… Ne ben okuyorum, ne siz, ne öteki…” Ataç, hiç okumadığı bir şair hakkında bu cümleleri kullanabiliyor.

Edebiyat tarihimiz edebi kavgalarla birçok fikrin tartışıldığı zamanları da yaşadı. İdeolojiden uzak, yazılanların, ortaya konan düşüncelerin merkeze alındığı tartışmalar ve eleştiri yazıları hem edebiyatçıların hem de okurların zihinlerine yeni açılımlar kazandırması açısından önemlidir. Bu zaviyeden yaklaşılarak eleştiri kültürü geliştirilse edebiyat dünyamız adına büyük bir zenginlik elde edilmiş olacak.

Eleştirinin bizde neşvünema gösterememesinin ikinci sebebi iki cümleyi bir araya getirenlerin kendilerini dokunulmaz olarak görmesi. Yazdıklarına kimse dokunmasın, kimse kötü bir şey söylemesin, herkes onları göklere çıkarsın.

Bu bakış açısı ve yaklaşım ile iyi ürünler ortaya koymak mümkün değil. Yazılanlara yabancı bir gözün bakması bazen yazar körlüğünün sebep olduğu noktaların tespiti için son derece önemlidir. Yazılanları yayınlamadan bir ilk okuyucuya okutmak da önem arz ediyor. Eleştiriye daha ilk adımda başlanırsa ürün yayınlanmadan bazı aksaklıkların da önüne geçilmiş olur.

Son söz Nurullah Ataç’tan olsun; “Var mı bizde eleştirmeci, yok mu, şimdi onu araştıracak değilim. Şairlerimize, hikâyecilerimize sorun, çoğu, hemen hepsi yoktur diye kestirip atıyor. Bizde okur yok okur.”

RECEP SEYHAN

Aslında bu iki başlık ayı yazı konularıdır. Biz burada bir bağlam ilişkisi ile birleştirerek vermeye çalışacağız. Sözünü ettiğimiz bağlam; gelişerek devam eden, devam ederek kendini yenileyen Türk hikâyeciliğindeki değişim ve dönüşümün macerasında, gözle görülür hareketlenmeyi 1940’lara kadar götürmemiz mümkündür. 1940’larden sonra hikâye anlatma geleneğimiz, yeni ve daha farklı anlatım imkânlarının denenmesi sürecine girdi Bunda Postmodernist eğilimin etkisi de oldu kuşkusuz; dolayısıyla anlatım, bu yöntemin verilerini de değerlendirmeye aldı. Bu konuda Sait Faik önemli bir çıkış yaptı. Bilge Karasu, Ferid Edgü, Cahit Zarifoğlu (İns), Rasim Özdenören ile anlatım imkânları daha da genişletildi. 1980’lerde görünür kılınan bu değişim 1990’lardan sonra mevcudu daha da zorladı. 2000’lerden sonra hikâyede kayda değer bir sıçrama görüldü. 1980’lerde, yılda yayımlanan hikâye kitabı sayısı bir elin parmaklarını geçmez iken son yıllarda yanılmıyorsam yılda ortalama 150-200 civarında hikâye kitabı yayımlanıyor. Bu, hikâye adına büyük bir atak şüphesiz.

Nerede kemiyet öne çıkarsa keyfiyet de yerinden şöyle bir kımıldayarak haklı sorgulamasını yapar. Parlayan bir hareket denetimsiz kalırsa o hareketin istikametinde problemler belirir. Bize göre filtrelemede (sansür değil) vize ve otokontrolde bir problem var. Problemin giderilmesi de eleştirinin rüştünü ispat etmesine bağlı. Bunun için de öncelikle mevcut durumda yapılmakta olanın ne olduğunun adını yüksünmeden ve bir komplekse kapılmadan dosdoğru koymamız gerekiyor. Buna başka vesilelerle değinmiştim; ortada eleştirmenler değil değinmenler ve müsebbitler var. Tespit çalışmaları üniversite öğrencilerinin bitirme tezleri veya yüksek lisans çalışmaları için caridir. Eleştirmenin işi bu olmamalı. Öncelikle; kanka güzellemelerinin, değinilerin, tespit ve tanıtım çalışmalarının eleştiri olmadığını tespit etmelidir. Konunun diğer ayağında, hikâyenin, alanında yetişmiş editörlerden mahrum bulunması var. Bu sebeplerle sistemin dergilerde de yayınevlerinde de iyi işle(til)mediğini düşünmekteyim. Elbette iyi editörlerimiz de var ancak gerekli denetimin yeterince yapılmadığını düşünüyorum.

Yahya Kemal, bir şiirinde “Sönmez seher-i haşre kadar şiir-i kadim/Bir meşaledir, devredilir elden ele” der. Bendeniz bunu öyküye uyarlayarak diyorum ki anlatma geleneğimiz sözlü dönemden günümüze kadar elden ele devrederek devam ediyor. Geleneksel hikâye için iyelik eki kullanırken Modern öykü veya posmodern öykü için bir sahiplenmeyi içkin olan –imiz ekini kullanmakta yüksünüyor dil. Sizde de öyle mi bilmiyorum, bende öyle. (“Modern öykümüz” diye bir ifadeyi yadsıyor iseniz sizde de öyledir.) Bunun sebebini düşünmeliyiz. Bizce “modern öykü” ve “postmodern öykü” gibi nitelemeler/eklentiler geçici adlandırmalardır ve bir evreyi anlamak için işimize yarayabilir ancak. Ötesi yoktur. Yarın başka bir adlandırma bunların önüne geçebilir. Her durumda kalıcı olan şudur: Köklü bir anlatma geleneğimiz var ve bunun mimarı biziz. Bütün eklentiler bu mimarinin çevresinde ve onu güzelleştirme çerçevesinde olacaktır. İkincisi; her dönemde öyküyü geliştirecek olan öykü tenkididir. Edebiyat eleştirisinin içindedir elbette bu da.

Edebiyat eleştirisinden benim anladığım metinlerin gösterdiklerinin değil işaret ettiklerinin; yazarın biyografik kimliğinden çok edebî macerası içinde dokunan kimliği ile eseri arasındaki bağın ortaya çıkarılması, mukayeseli edebiyat verilerinden de yararlanarak eserin benzerlerinden (varsa) farkının, dil ve anlatım bakımından nerede ve nasıl durduğunun bize somut verilerle gösterilmesidir. Eskiler eleştirmene “münekkit” diyorlardı. Münekkit kavramının içinde eleştirinin yanında ayrıştırma, çözümleme ve rehberlik sıfatı da vardır. İyi bir eleştirmen eleştiriyi değil analizi ve rehberliği öne çıkarır. Verili olmak kaydıyla elbette tenkidin içinde eleştiri de vardır. Hakkaniyetli ve adil bir eleştirmenin notları yazara ayna olur. Öykü yazarı, bugünkü değinilerde kendisini değil şişirilmiş gölgesini görebiliyor ancak. Bu, yazarı geliştirmeyeceği gibi uzun vadede öyküyü tutuklar. Bu problem şu anda sivrilmiş hatlarla görünmüyor olabilir ama önünde sonunda tebarüz eder.

Kayda değer eleştiri hiç mi yok, denebilir. Var tabii; bir kımıldama var ancak orada da başka bir şey görünüyor. Bu, konuya yaklaşımla ilgili. Bir görüşe göre (mealen); “Anadolu’yu anlatan kimi yazarlar modern öykünün verilerinden yararlanacağım derken ona yabancılaştılar. Böylece, geleneksel öykü damarımızdan iyice kopmuş; ‘dertsiz’, ‘milli olmayan’, psikolojisi bozuk insanların iç kıvranmalarını aktaran ‘marazi bir öykü’ çıktı ortaya. Bu tür metinlerin içinden çıkamayan bazı yazarlar, artistik yollara başvurarak vaziyeti kurtarmaya çalışıyorlar.” Eleştiri ana hatlarıyla bu. Bu yaklaşımı tümüyle reddetmek mümkün değil. Ne ki burada sakil duran bir şeyler var:

Öncelikle hikâyenin geldiği noktayı toptancı bir yaklaşılma buraya tıkamak isabetli değil. Öte yanda; insan, bireysel bun’uyla, hayta ve hercai taraflarıyla, bilgeliği ve serseriliği ile bir bütündür. İnsanın bun’unu anlatmayı, bu sırada bilinç akışı tekniğine başvurmayı alay konusu yapmak; deneysel arayışları, öykünün ulaştığı anlatım imkânlarından yararlanmayı “artistlik yapmak" olarak değerlendirmek doğru bir yaklaşım değil. Sanat bir yanıyla art-ist-ik bir faaliyet değil miydi? Bu görüşü seslendiren eleştirmenimiz bu konuda örnek alınması gereken yazarların adlarını da veriyor. Kimse falan veya filan ustanın izinde üretmek zorunda değildir. Ustaların izinde ispat-ı vücut eden geç yazarların önünde bir bariyer vardır: Güçlü babanın gölgesinde yaşayan oğullar ve baskın karakterli annenin yamacında büyüyen kızlar sağlıklı bir gelişim içinde olamaz. Geleneksel anlatı hattında kendisini kanıtlamış bir usta ile modern öykünün imkânlarını iyi kullandığı bilinen başka bir ustayı ringe çıkarıp işlemin sonunda birini galip ilan ederek yeni yetişen genç yazarları ilkinin hattına davet eden bir yaklaşım temelden yanlıştır. Bizce doğru olan orta yoldur: O da geleneği ıskalamadan modern öykünün verilerinden de yararlanmaktır[i].

Andığımız yaklaşıma bakıyorum; faraza “İslami duyarlılığı bulunmayan” bir öykücünün eserinde mukabeleye giden bir kadının varlığının duyurulması ayaklarını yerden kesiyor ve “işte aradığımız bu!” diyebiliyor eleştirmen. Konu bu kadar yalınkat değil oysa. Burada bir kompleks de seziliyor doğrusu. Bu yaklaşım İslam’ı, öncelikleri arasında başat kılan diğer öykücülere de haksızlık olur. Anadolu insanını anlatmanın türlü yolları var ve bu yol hiçbir zaman tek olmayacaktır. Önemli olan göze sokmadan göstermek ve sezdirmektir. Bundan da öncesi dil ve anlatım başarısıdır.

Sanatsal faaliyetin aslı, “kendi” kalarak özgür bir alanda dolaşmaktır. İnsan bir bütündür. Bırakalım genç yazar, insanın bireysel bun’unu da anlatsın Anadolu irfanını da. Bunları birbiri ile yarıştırmak doğru değil. Bize göre yapılması gereken yapılmıştır. Deneysel arayışları yoklayanlar da bireyin kişisel tarihini anlatan yazarlarımız da geleneksel anlatı damarına sadık kalarak onu diri turanlar da doğru yapmışlardır.

Sonuç olarak bugünün öykücülüğü kendi klasiklerini oluşturma istikametinden ziyade değerler manzumemizi fazla da önemsemeden yeni arayışlara yönelmiş gibi görünüyor ve riskli bir alanda; sisli ve kaygan bir zeminde hızla yol alıyor. Bu gidişin bir kaza riski hep var. Gerek dil ve anlatımda gerekse metnin dokusunda değerler manzumemize hakkı verilir, kazaya da uğranmazsa hayırlı da olabilir bu.

Buradan, öykümüzün eski şiir ile bağ(sızlığı)ını irdelemek istiyorum. Yahya Kemail’in yukarıda geçen beytinin özgün metninde ifade şi’ri kadim olarak geçiyor. Şair ع (ayn) harfini imlemek için kesme işareti koymuş olmalıdır. Bu biraz da Latin harflerinin yetersizliği ile ilgili. “Şi’ri kadim” imlasından öncelikle imgesel bir anlama yani “eski aslan” anlamına ulaşılır. Bu durumda ifade uzak anlamıyla yani ‘geçmiş uygarlığımız’la sınırlanmış olur. “Sönmez seher-i haşre kadar şiir-i kadim” dizesinde Klasik Türk Şiiri kadar kadim uygarlığımızın anlamının da içkin olduğunu düşünüyorum. Eski şiir, “Karma ve anlaşılmaz bir dille, İran şiirinin gölgesinde, yüksek zümreye hitap eden seçkinci bir şiir” gibi çok ağır eleştirilere de uğradı; ama sanat zaten seçkincidir. Diğer hususlarda yapılan eleştiriler hakkında çok yazıldı. Oraya girmeyeceğim. Divan Şiiri onca eleştiriye rağmen klasiktir ve donanımlı bir şiirdir. Şiir imgeyle yazılıyorsa (ki öyledir) bu şiirdeki imgesel zenginlik bugün de aşılmış değildir. Ben başka bir şey söyleyeceğim: Günümüzün öykücülerinin çoğu Klasik Şiiri bilmiyor, okuyanlar da anlayamıyor, bırakıyor. Bu şiir üzerinde çalışılmayı gerektiriyor. Günümüz insanı zor olandan kaçıyor, kolayı seçiyor. Genç öykücüler bu şiiri bilmedikleri için oradaki imgesel zenginlikten de maalesef yararlanamıyorlar; hatta bazı usta isimlerin bile bu şiiri bilmediğini biliyoruz. Bu, hikâyeciliğimiz adına önemli bir kayıptır; fakat telafisi hâlâ mümkün bir kayıptır bu.

“Şiir-i kadim” ifadesinin içinde kadim medeniyetimizin de barındığına değinmiştik. Bir medeniyetimiz var elbette ve o medeniyetin mimarları; mimariden musikiye kadar güzel sanatların her şubesine onun ilmeklerini atmışlardır. Bu ilmekler, Tanpınar’ın ifadesiyle “ibadet eder gibi” dokunmuştu. Bir tarih vermek istemezdim; ama gerçek şu ki uygarlığımızın verilerine öyle hoyrat davranılmıştır ki -resmi düzlemde- bir medeniyetimizin olduğu ve onun varlığı, bize kattıkları, katacakları ancak 80 yıl sonra ayırt edilebilmiştir. Bireysel çıkışlarla fark edenler de ağır bedeller ödemişlerdir. Bunu sanatın diliyle ifade edenler ise zamanında yeterince anlaşılmamışlardır; en azından siyasal içeriğin sığ kabına sığdırılmaya çalışılmıştır bu metinler. Bugün bile keyfiyetin fark edilişinde yer yer yaklaşım sapmaları, gözden geçirilmesi gereken noktalar vardır. Bu ayrı bir mesele tabii. Bu konuda irdeleyici taramaya devam edilmesi gerekiyor. Bu olursa yapılırsa ümitvar olmak için sebepler var artık.

Dipnotlar:

[1] Konuyla ilgili sadece kişisel web sitemizde (recepseyhan.com.tr) yayımlanan Otorite® Edebiyat başlıklı çalışmamıza bakılabilir.

[1] Tanpınar, Beş Şehir, Dergâh Yayınları, 1992, s.132: “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçirmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar kubbe, kemer, mihrab, çini, hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.”

ŞADİ KOCABAŞ

1-Ürünün ortaya çıktığı coğrafyanın önemini kaybettiği, ortak bir dünya dilinin oluştuğu yirmi birinci yüzyıldan söz ediyoruz. Bu dil, on dokuzuncu yüzyılda bir yaşam biçimi belirleyicisi olan modernizm ile başlayıp, günümüzde yerleşik hâle gelen seküler bakışı yansıtıyor. Kimi yazarlar bu sürece karşı içine kapanırken, kimileri de akıntıya kürek çekmekteler. Geriye dönüşün olası görünmediği bu süreçte, kendimize ait güçlü anlatı hazinesinden yararlanmak ve yeniyle bunu harmanlamak belki en akla yatkın olanı. Öykücülerimizin önündeki sorunsal, burda işte. Modern Batı öykülerinin taklitleri çerçevesinde mi kalacaklar, yoksa kendileri mi olacaklar? Mitlerden, efsanelerden, destanlardan, kahramanlık hikâyelerinden yararlanarak yarının öyküsünü kurmak diye özetleyelim bunu. Ben böyle olmasını arzu ederim. Bunu yapabilecek yetenekte ve birikimde kalemimiz var mı? Evet var.

2-Dîvan şiirinin icadı, halk şiirinin tümden çöpe atılması anlamına gelmedi. Alttan ve derinden bir damarda nabzı atmaya devam etti. Aruzla kurulmuş şiirin oldukça başarılı ve Türkleşmiş örnekleri olsa da, aslında hiçbir zaman şir’r-i kadîm değildi. Kadîm olan halk şiiridir. Edebiyatta değişim yalnızca bir tür üzerinde kendini göstermez, bütün türleri kapsar, nitekim, hikâyeciliğimizin başına gelenlerden şiirimiz de nasibini aldı. Yeni şiir, dîvan şiirini kaldırıp bir kenara koyarken, halk şiirinin biçim ve dilini de dışarıda bıraktı. Hikâyede olduğu gibi, şiirde de, gerek halk şiirimizin temel duyarlılıklarından, gerekse dîvan şiirimizin kattığı estetik zevk ve incelikten yararlanan bir yeni şiir ortaya koymak ideal bir çözüm olacaktı. Oldu da. Şiirimizde bunu başarmış şairler ve şiir örnekleri var.

3-Edebiyat eleştirisi, bir feedback sürecidir aslında. Edebî eleştirinin, edebiyatta yapılanı, edileni değerlendiren ve yazarına geri dönüş sağlayan; onarıcı, geliştirici bir katkı işlevi var. Ürün ortaya konur, bu bağımsız bir metindir. Eleştirmen bu metni kurcalar ve biçim, dil, kurgu, kanonik kimlik bakımından deşifre eder.

Eleştirmene gerek var mıdır? Eleştiri neye yarar? Bu soruları cevaplamış oldum sanırım. Gelelim, eleştiri nasıl olmalı sorusuna? Benim kişisel bakışım, eleştiri metninin de başlı başına öznel bir edebî metin olduğu yönündedir. Konu edindiği metnin arkasında veya önünde veya yanında kalması gerektiği gibi bir sınırlama ve yakıştırma eleştiriyi küçülten ve gücünü görmezden gelen bir bakıştır. Değini ve güzelleme ile eleştiriyi birbirine karıştırmamak gerek tabii. Eleştirmenin güçlü bir bilgi birikimi, konu hakimiyeti, objektif bir bakışı ve aynı zamanda kaleme alırken kullanacağı estetik bir dili olmalıdır. Eleştiri metni, ele aldığı eserin önüne geçmemelidir diyenlere ben de şunu diyorum: Gerisinde de kalmak zorunda değil. İkisi faklı şeylerdir. Roman romanla, öykü öyküyle, şiir şiirle kıyaslanabilir. Eleştiri de eleştiriyle.

Bir ülkede eleştiri rüştünü ispat etmemişse, muhtemelen, o ülkede edebî eserler rüştlerini ispat etmemişlerdir.

MEHMET NURİ YARDIM

  1. İkisi de doğrudur. Klasik hikâyeye yaslanan, bu konuda taviz vermeyen ve bu yolda yazmaya devam eden hikâyecilerimiz de var. Hikâyeyi modern bir kalıp içinde ‘öykü’ adlandırmasıyla farklı bir mecrada sürdürenler de... Esasında edebiyatın bütün türlerinde bu tür değişimler/dönüşümler olmuştur, oluyor. Şiirde de yok mu? Romanda da görülmüyor mu? Bence yazar kendisini sınırlamamalı. İçinden geldiği, yüreğinden geçtiği gibi yazmalı. Üretimine aralıksız devam etmeli. Yazar yayıncının talebine göre değil, okuyucunun isteğine göre değil, kendi ruh hâline uygun olarak yazmalı, çizmeli. Duygu ve düşüncelerini özgür biçimde ifade etmelidir. Yazarın kalıcı olup olmadığına zaman hükmedecek. Vakte direnen sanat eserleri ebedîleşiyor. Yıllar, yüzyıllar geçse de tazeliğini koruyor. Yunus Emre’nin ilahileri, Fuzulî’nin, Yahya Kemal’in ve Necip Fazıl’ın şiirleri gibi. Ben kendi adıma söyleyeyim, klasik tarzda kaleme alınmış edebî mahsulleri daha çok seviyorum. Bu şekli daha sevimli buluyorum. Ama farklı, değişik, çarpıcı edebî metinler de kaleme alınıyor, alınsın. Diğer türlerde olduğu gibi hikâyede de bu böyledir. Bırakalım bu çeşit metinler de yazılsın, renkliliktir, zenginliktir. Hükmü okuyucu ve zaman verecek nasılsa... Dolayısıyla ben hürriyetten yanayım. Herhangi bir kısıtlama, sınırlama getirilmemeli. Nasılsa edebiyat dergilerimiz çok ve her türe talepte bulunan dergicilerimiz ve onların sadık okuyucuları bulunuyor.
  2. Yahya Kemal edebiyatımızda bir zirve. Şiiri muhteşem, nesri de öyle. Aynı zamanda bir fikir adamı, mütefekkir. Bugün onun kaleme aldığı şiirleri beğenmeyenler de olabilir. Ama unutulmasın ki vefatından bunca yıl sonra şiirleri hâlâ bir çok edebiyatseverde heyecan uyandırıyorsa, şiirseverlerin yüreklerini titretiyorsa demek ki büyük bir sanatkârla karşı karşıyayız. Mehmed Âkif için de benzer hüküm verilebilir. Bir zamanlar Âkif’in şiirini küçümseyen, hatta onun şair bile sayılamayacağını öne sürenler oldu. Ama dönüş yaptılar ve “Âkif gerçekten büyük sanatkârdır.” demeye başladılar. Demek ki münekkitlerin, edebiyat tarihçilerinin de fikirleri zaman içerisinde değişebiliyor, farklılaşabiliyor. 21. yüzyılda da Türk şiiri bence saltanatını devam ettirecektir. Cumhuriyet devrinin “Sultanü’ş Şuara”sı Necip Fazıl ve takipçilerini biliyoruz. Ama yeni orijinal şiirler de yazılıyor. Meselâ Ziya Osman Saba, Asaf Hâlet Çelebi, Ahmet Muhip Dıranas, Ârif Nihat Asya, Sedat Umran, Sezai Karakoç, Bahaettin Karakoç, Mehmet Zeki Akdağ, Mustafa Necati Karaer, Olcay Yazıcı, Hüsrev Hatemi, Abdurrahim Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Mehmet Âkif İnan, Dilâver Cebeci ve daha pek çok şairimiz 21. Yüzyılda da okunacaklardır kanaatindeyim. Dolayısıyla şiir meş’alesi sönmeyecek, elden ele geçecek ve yeni nesilleri besleyecektir. Zayıf şiirler yok mu? Elbette var. Her zaman yazılmıştır bu tür manzumeler. Dün de yazılmıştır, bugün de yazılmaktadır, yarın da yazılacaktır. Bunu önleyemezsiniz. Zaten şiir mezarlığı da, büyük düşüncelere dayanmayan, ulvî düşüncelere yaslanmayan ve ince hassasiyetlerden beslenmeyen mısracıklarla, şiirciklerle doludur. Eh o kadar da olacak. Biz bardağın dolu tarafına bakacağız. Kanaatimce dünyanın en güzel şiirini biz yazmışız. Mevlâna, Yunus, Fuzulî ve Şeyh Galip henüz aşılamadı. Dün bu zaferleri elde eden şairlerimiz bugün de üstün konumlarını sürdürecek ve yeni şiirlerle sanatlarını yine taçlandıracaklardır. Biz tarih boyunca büyük zaferleri kazanmış, büyük galibiyetleri elde etmiş kutlu ve mübarek bir milletiz. Bu zaferlerin destanları elbette mısralara dökülecek ve ölümsüz şiirler kaleme alınacaktır. 15 Temmuz’un edebiyatı henüz yapılmadı. O muhteşem destan henüz yazılmadı. Ama bütün bunlar olacak. Çanakkale ve İstiklâl Harbi yazıldığı gibi 15 Temmuz da yazılacak göreceksiniz... Kut’ül Amare de, Fırat Kalkanı da... Ümitsizlik yok, kutlu şiire devam...
  3. Tahammülü öğrenmek, sabra alışmak zorundayız. Edebiyat eleştiri ile sanat tenkit ile gelişir, serpilir büyür. Tenkit değerlendirmedir. Eksiğiyle fazlasıyla esere yaklaşmadır, anlamaya çalışmadır. Ama ne hikmetse olumsuz bir imaj bırakmıştır bizde. Sanat eserinin sadece kötü tarafları yazılacakmış gibi anlaşılıyor. Bu bir vehim, hatta vesvese... Bu yüzden eleştirmenler pek sevilmez ülkemizde. Hâlbuki büyük hizmetleri var. Kendilerinden edebiyatçıların da, yayıncıların da, hatta okuyucuların da hoşlanmadıklarını bildikleri hâlde koca koca romanları, hikâye, şiir ve deneme kitaplarını gece gündüz okuyup düşüncelerin belirtiyorlar. Onlara bu zahmetleri için teşekkür etmek gerek. Yalnız bu geleneğin zayıf olduğunu belirtmeliyiz. Yüzlerce hatta binlerce şair, romancı, hikâyeci, deneme yazarı ve tiyatro yazarının olduğu Türkiye’mizde keşke beş on tenkitçimiz de olsa ve bu eleştirmenlerimizin çalışmaları, değerlendirmeleri ve kritikleri edebiyat dergilerinin baş köşesinde yer alsa... Bu da zamanla olacak tabii. Son yıllarda edebiyatta yükseliş devam ediyor, ama yeterli değil. Daha da geliştiğinde eleştiriye de daha fazla ihtiyaç hissedeceğiz. O zaman da kalem erbabı da, nâşirler de, kariler de tenkide tahammül edecek, hatta münekkitleri sevecek, gözleri gibi koruyacaklardır. Özetle tenkit, edebiyatı güzelleştirir, kaliteleştirir, berraklaştırır. Daha rafine hâle getirir. Eleştirisiz edebiyat cılız, soluk, çelimsiz, hatta hastalıklı olur. Öyleyse yaşasın tenkit!

MUSTAFA NURULLAH CELEP

  1. Modern Türk Hikâyeciliği 1950 Kuşağı atılımıyla birlikte zaten yeni arayışları, yeni dil ve ifade, yeni bir anlatımın imkânlarını sonuna dek götürmüştü. 1970 Kuşağı da iyi-kötü birçok hikâye örneği sergiledi. Asıl dönüşüm Dünya Sisteminin Türkiye’yi yönlendirme biçimi, müdahalesi ile birlikte 1980 Kuşağıyla başladı. Ama bu dönüşüm 1970 Toplumcu Gerçekçilerinin imkânlarını yeni bir aşamaya taşıma şeklinde olmadı. Yani – bir iki istisna kaydıyla- 1970 Kuşağı Toplumcu Gerçekçi hikâyesi bugünün diliyle, içinde yer aldığımız şartlar gereğince Modern Öykünün de imkânları kullanılarak güncellenmedi… Yani dönüşüm hikâyecinin içe dönük bir “öykü algısı” ile vücut buldu metinde. Yani yine –aynen 1990 Kuşağının bir kısım metinlerinde olduğu gibi- 1970 Kuşağı adını verdiğimiz Gerçekçi Kuşak es geçildi, görmezden gelindi, küçümsendi. Ne uğruna oldu bu? Estetizm ve Elitizm uğruna ve adına oldu bu. Bu tepeden bakış nereden kaynaklanıyordu? Dünya Sisteminin karşısına Türk Edebiyatının karakteristik vasıflarıyla cevap verememekten, mukabele edememekten kaynaklanıyordu. Bu toprakların değerlerine sıkı sıkıya tam olarak bağlı kalamamaktan kaynaklanıyordu. Kendini, edebiyatçı kişiliğini, yazarlık vasfını yerli duyamamaktan kaynaklanıyordu. Bunun sonunun ciddi bir köksüzlük ve savrulma olduğu bugünün öykü gündeminde ve öykü ortamında yayınlanan kitapların sadece isimlerine bakılarak da anlaşılabilir. Bunun sonunun Batı Modern ve Postmodern öykü örneklerine körü körüne “öykünme” şeklinde tebarüz ettiğini işin aslını esasını merak edenlerin kulağına biz de fısıldamış olalım. Sorunuzun ikinci kısmı çok önemli: Kendi klasiklerimizi oluşturma gayretlerini, ancak ve ancak gelenek temelli, gerçeklik esasına dayalı olarak Bu Toprakların sesine soluğuna uygun, kanlı canlı, somut, mekânla ve zamanla kayıtlı net bir hikâye algısına sahip, kafasını, “öykü zihnini” kuma gömmeyen, dış dünya duyarlığına eğilimli, sorumluluk sahibi, Türkiye adında bir derdi ve tasası olan, meseleci bir hikâyeci yaklaşımıyla tesis edebiliriz. Ama kafası, öykü algısı, beslenme kaynakları, düşünme biçimi estetizm ve elitizm eksenli işleyen Modern Öykücülerin pek revaçta olduğu bir edebiyat ortamından –istisnalar eleştirel kaydıyla birlikte müstesna- bu tesisatı bekleyemeyiz. Döviz kuru aldı başını gidiyor ve Suriye İç Savaşıyla birlikte göç akınına uğradık: Hâlâ daha kafamızı kuma gömmenin ne manası var?
  2. Yahya Kemal’in “şiir zihni” ağırlıklı olarak pathos temelli duyuş biçimiyle şekillenen bir zihniyetti. Günümüz Şiirinde “meşale” Namık Kemal’den bugüne Gerçekçilerin elindedir. Bu, meselenin şiir bahsi. Hikâye bahsinde meşale, maalesef Modern Öykünün, flu-belirsiz, zamansız ve mekânsız bir öykü anlayışının, Türk Edebiyatının karakteristik bir vasfı olan Gerçekçilik vasıflarından uzak, içinde yer aldığı toplumun sorunlarına mesafeli, duruşsuz ve tavırsız, mensubu olduğu millet değerlerine yönelik sorumluluk taşımayan “kibir abidesi” Postmodern öykücülerin elindedir. Bu meşalenin bugünün toplum sorunlarını göz önünde bulundurduğumuzda muteber bir meşale olmadığını söylemek durumundayız. Postmodern Öykücülerin Türkiye gerçekliği içinde somut karşılığı nedir, sorusu önemlidir ve sorulması gerekir. Yani Postmodern Öykücülerin metin-içi deneysel çalışmalarının Bu Toprakların anlatı damarlarıyla ruh akrabalığı ve ruh kökleri tartışılmalıdır. Metin merkezli deneysel öykülerin, yana yakıla bir hayat mücadelesi veren insanımızın anlam dünyasında, duygu evreninde karşılığı da sorgulanmalıdır. Var olan hayat gerçekliğinden simülatif anlamda Yeni Bir Gerçeklik üreterek Postmodern edebiyata aş taşıyan deneysel öykücülüğün, Türk ve Dünya dönüşümün menfi anlamda ve karşılıksız olarak yaşanan 80 döneminden bu yana öykü ortamı, derin bir uykunun reel-ötesi fantastik hülyalarıyla rayından çıkmış vaziyettedir. Bu savruk manzaranın hiç mi istisnası yoktur? Bu alaca-bulaca flu görüntünün bir istisnası Yahya Arslan ve Selvigül Kandoğmuş Şahin Hikâyeciliğidir. Şahin daha çok melodramatik ögeleri baskın olan bir hikâyecidir. Ama dış dünya duyarlığına dayalı olarak yazdığı hikâyelerini de görmezden gelemeyiz. Şahin duygulanımcı anlatımı en aza indirip Türkiye gerçekliği içinden doğan hikâyelere daha çok ağırlık verirse Estet Öykücülerden farkını da ortaya koyacaktır. Yani Şahin’in farklılığına farkındalık sağlayan şey, duygusal izlenimcilikten ve şiirsellikten uzak “gerçekli” hikâyelerdir. Yahya Arslan’ın hikâyelerine eleştirel kayıtlarımız şu veçhede şekilleniyor: Arslan hikâye sanatında anti-estetik bir tutumla tebarüz etmiş bir hikâyecidir. Arslan’ın hikâyeleri hayattan ve insandan yola çıkan, nabız vuruşlarına ayarlı, sokağın içinden kanlı canlı hikâyelerdir. Bu önemli bir husustur.. Arslan’ın bugün için en önemli handikapı söyleyiş biçiminde, anlatım dilindedir. Yani Arslan, estetik duyarlığı kapı dışarı ederek hikâyeye başlamış bir yazardır. Bu, Arslan’ın hikâyelerinde ciddi bir eksikliktir. Arslan son kertede pıtraklı, itici bir havada şekillenmiş bu günlük konuşma dilini, estetik anlamda güzel bir anlatımdan arındırarak kullanıyor. Yani Arslan’ın “şiirsellik”ten uzak, göze ve gönle hoş gelmeyen bir anlatımı vardır. Oysaki şiir bahsinde olduğu üzere, hikâye bahsinde de Günümüz Gerçekçilerinin sanat eseri bağlamında temel sorunu estetizm yoksunluğudur. Yani gerçekçi şairler de hikâyeciler de estetik duyarlığı dışlayarak bir anlatım dili kurmanın, bir söyleyiş tutturmanın derdindeler. Ben bu iki bahiste de Hüseyin Cöntürk gibi düşünmekten yanayım: Yani edebiyat eseri oluşturma bahsinde biçim-içerik bütünlüğünü birlikte kotarmanın önemine inanıyorum. Öyküde nasıl ki estet yazarlar bir tarafa, yani estetiğe ağırlık verip gerçeklik algısını göz ardı ediyorlarsa, gerçekçiler de eser bazında, şiir ve hikâye algısı olarak “estetik algı”yı ihmal ederek edebiyat yapmanın, şiir ve hikâye yazmanın derdine düşüyorlar. Hakeza Deneyselciler de biçime ağırlık vererek katı dünyanın katı gerçeklerinden bihaber, metin üzerinde, metinle sınırlı bir imkân arayışındalar. Bu iki aşırı uca abanmaları ben, biçim-içerik bütünlüğünü, yani siyaset ve estetiği, yani edebi haz ile vurucu hayat gerçekliğini tek bir yazınsal potada düşünememekten kaynaklı eğilimler olarak görüyorum. Ezcümle hikâye bahsinde meşale “meselesizler”in elinde olsa da Edebiyatımızın kendi asli karakterini göz önünde bulundurduğumuzda, mesele taşıyıcı vasıfları gerçeklik zemininde işleyen, bir şeye değen, değinen önemli hususiyetleriyle hikâye bahsinde gerçekçilerin elinde tuttuğu sınırlı etkiye sahip meşalenin daha muteber olduğunu, asıl ihtiyacımız olan hikâye anlayışının da gerçekçi somut hikâyede, bize bir çıkış yolu öneren, bağlı olduğumuz Milletin temel sorunlarını anlatan, konuşan, tartışan bu metinlerde mündemiç olduğunu söyleyebiliriz.
  3. Edebiyat eleştiri kavramından, edebiyat eleştirmeninin belli-belirgin bir ölçütler sisteminden hareket ederek eserin olumlu-olumsuz niteliklerini aşırıya kaçmadan dengeli bir bütünsellikte sergileyen, edebiyat eleştirmeninin bir “edebiyat anlayışı”ndan kalkış yapıp öznel yargıları en aza indirerek eser karşısında mümkün olan eleştirel mesafeyi azami ölçüde koruyan Metin Merkezli bir yazı uğraşını anlıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramından, eser karşısında övgü-yergi dengesini nitelikli edebiyat adına belirlenmiş ölçütler lehine koruyan, muhafaza eden, tesis eden bir yazı etkinliğini anlıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramından, “dost” güzellemesini anlamıyorum mesela. Edebiyat eleştirisi kavramından, aynı dergide şiir ve öykü yayınlayan yazar arkadaşlarının eserlerini –tek bir kusurunu dahi dile getirmeden- övgüleyen, yıkama-yağlamacı yandaş eleştirmenliği anlamıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramını, birlikte yürüdüğü yol arkadaşlarını “çeteci bir mantık”la koruyup gözeten bir eleştirmen kimliği olarak anlamıyorum. Edebiyat eleştiri kavramından alıntı bolluğu ile tıka basa dolu teori şişkinliğini anlamıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramını Batılı edebiyat kuramlarını metne yığınlamasına boca etmek olarak anlamıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramını adam asmak, adam toplamak, adam kayırmak, makam-mansıp elde etmek, göze ve gönle hoş görünmek olarak algılamıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramını kısaca bir değiniyle geçiştirip dostlar alışverişte görsün ve mutlu huzurlu olsunlar olarak algılamıyorum. Edebiyat eleştirmenliğini düşman gözleri üzerine çekip, belayı başına sarmak pahasına gerçeği söylemekten imtina etmemek olarak kavrıyorum. Edebiyat eleştirmenliğini “çağının duyarlığına” sahip vasıflı, gerçeklik bilincini taşıyan, donanımlı dengeli bir şahsiyet olarak düşünüyorum.

Eleştiri rüştünü nasıl ispat edebilir? Edebiyatta Taylorizme inanarak… Yani birlikte yazmanın, birlikte üretmenin, toplu hareket etmenin önemine inanarak… Daha somut konuşalım: Edebiyatta Taylorizme Türkiye gerçekliğinde küçük bir nüvesi olarak Fayrap’ı örnek gösterebiliriz: Fayrap’ın, son 5-6 aydır Yeni Kuşak Şairlerle birlikte kotardıkları “Genç Fayrap” olarak tanımlanan edebi-eleştirel girişimi, bu konuda yani rüştünü ispat konusunda öğretici bir örnekliktir. Şiirde de hikâyede de “birlikte çıkışlar”ın önemine nasıl ki inanıyorsam eleştiri bahsinde de birlikte hareket etmek, var olan ve savunulan edebiyat anlayışının eleştirel bağlamda rüştünü ispat imkânı olarak düşünülebilir.

Bunun, bu birlikte hareket etmenin bir tek istisnası varsa o da Ali Celep ve bu satırların sahibidir. Tek başına yürüyen tek başına rüştünü ispat eder. Elbette ki kendine özgü eleştiri anlayışını tek başına tesis ederek. Elbette ki farklı cenahtaki ve cephelerdeki gerçekleri takdir ve tespit ederek. Elbette ki yazar ağabeylerin, yazar ablaların gölgesine sığınmaktan imtina ederek. Elbette ki çok cepheli ve çok sesli küçük küçük adacıklara dönüşen bu kör ve ikiyüzlü edebiyat ortamında görmezden gelinmeyi, yok sayılmayı, üstü örtülmeyi göze alıp tek başına yürüyüp mücadele ederek… Koroya katılmadan, solo bir şairlik, solo bir yazarlık, solo bir eleştirmenlik edebi iktidarın ve şemsiyenin dışında bir sakınımsızsanız ayrıca bir cesaret gerektirir ve hususiyetli bir yiğitliktir. Şemsiyenin dışında eleştirel anlamda rüştünü ispat, dokuzunca köyden sonra onuncu köyün özgürlüğüne inanmakla kaimdir.

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.