MUSTAFA N. CELEP İLE TÜRK ŞİİRİ,ÖYKÜSÜ,ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE

MUSTAFA N. CELEP İLE TÜRK ŞİİRİ,ÖYKÜSÜ,ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE
Edebiyatımızın çalışkan isimlerinden şair- eleştirmen Mustafa Nurullah Celep ile şiir, öykü ve eleştirimizin durumunu konuştuk

Şair-eleştirmen Mustafa Nurullah Celep, on parmağında on marifet diyebileceğimiz, edebiyatımızın çalışkan isimlerinden biri. Yönettiği ‘Eleştiri Haber’ adlı internet sitesi özgün ve nitelikli içeriğiyle edebiyatımızın hemen her türüne yer veren başarılı bir tarza sahip. Celep’le edebiyatımızın pür melalini konuştuk.

(YUSUF ALPASLAN ÖZDEMİR)

Türk edebiyatında hikâye anlatma biçimi son dönemlerde bir hayli değişim/dönüşüm geçirdi. Sizce, bugünün öykücülüğü, mesaisini yeni arayışlarla mı, yoksa kendi klasiklerini oluşturma gayretiyle mi devam ettirecek?

Modern Türk Hikâyeciliği 1950 Kuşağı atılımıyla birlikte zaten yeni arayışları, yeni dil ve ifade, yeni bir anlatımın imkânlarını sonuna dek götürmüştü. 1970 Kuşağı da iyi-kötü birçok hikâye örneği sergiledi. Asıl dönüşüm Dünya Sisteminin Türkiye’yi yönlendirme biçimi, müdahalesi ile birlikte 1980 Kuşağıyla başladı. Ama bu dönüşüm 1970 Toplumcu Gerçekçilerinin imkânlarını yeni bir aşamaya taşıma şeklinde olmadı. Yani – bir iki istisna kaydıyla- 1970 Kuşağı Toplumcu Gerçekçi hikâyesi bugünün diliyle, içinde yer aldığımız şartlar gereğince Modern Öykünün de imkânları kullanılarak güncellenmedi… Yani dönüşüm hikâyecinin içe dönük bir “öykü algısı” ile vücut buldu metinde. Yani yine –aynen 1990 Kuşağının bir kısım metinlerinde olduğu gibi- 1970 Kuşağı adını verdiğimiz Gerçekçi Kuşak es geçildi, görmezden gelindi, küçümsendi. Ne uğruna oldu bu? Estetizm ve Elitizm uğruna ve adına oldu bu. Bu tepeden bakış nereden kaynaklanıyordu? Dünya Sisteminin karşısına Türk Edebiyatının karakteristik vasıflarıyla cevap verememekten, mukabele edememekten kaynaklanıyordu. Bu toprakların değerlerine sıkı sıkıya tam olarak bağlı kalamamaktan kaynaklanıyordu. Kendini, edebiyatçı kişiliğini, yazarlık vasfını yerli duyamamaktan kaynaklanıyordu. Bunun sonunun ciddi bir köksüzlük ve savrulma olduğu bugünün öykü gündeminde ve öykü ortamında yayınlanan kitapların sadece isimlerine bakılarak da anlaşılabilir. Bunun sonunun Batı Modern ve Postmodern öykü örneklerine körü körüne “öykünme” şeklinde tebarüz ettiğini işin aslını esasını merak edenlerin kulağına biz de fısıldamış olalım. Sorunuzun ikinci kısmı çok önemli: Kendi klasiklerimizi oluşturma gayretlerini, ancak ve ancak gelenek temelli, gerçeklik esasına dayalı olarak Bu Toprakların sesine soluğuna uygun, kanlı canlı, somut, mekânla ve zamanla kayıtlı net bir hikâye algısına sahip, kafasını, “öykü zihnini” kuma gömmeyen, dış dünya duyarlığına eğilimli, sorumluluk sahibi, Türkiye adında bir derdi ve tasası olan, meseleci bir hikâyeci yaklaşımıyla tesis edebiliriz. Ama kafası, öykü algısı, beslenme kaynakları, düşünme biçimi estetizm ve elitizm eksenli işleyen Modern Öykücülerin pek revaçta olduğu bir edebiyat ortamından –istisnalar eleştirel kaydıyla birlikte müstesna- bu tesisatı bekleyemeyiz. Döviz kuru aldı başını gidiyor ve Suriye İç Savaşıyla birlikte göç akınına uğradık: Hâlâ daha kafamızı kuma gömmenin ne manası var?

Yahya Kemal, “Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadim/Bir meşaledir, devredilir elden ele” demişti. Yirmi birinci yüzyılda meşalenin akıbeti sizce ne haldedir?

Yahya Kemal’in “şiir zihni” ağırlıklı olarak pathos temelli duyuş biçimiyle şekillenen bir zihniyetti. Günümüz Şiirinde “meşale” Namık Kemal’den bugüne Gerçekçilerin elindedir. Bu, meselenin şiir bahsi. Hikâye bahsinde meşale, maalesef Modern Öykünün, flu-belirsiz, zamansız ve mekânsız bir öykü anlayışının, Türk Edebiyatının karakteristik bir vasfı olan Gerçekçilik vasıflarından uzak, içinde yer aldığı toplumun sorunlarına mesafeli, duruşsuz ve tavırsız, mensubu olduğu millet değerlerine yönelik sorumluluk taşımayan “kibir abidesi” Postmodern öykücülerin elindedir. Bu meşalenin bugünün toplum sorunlarını göz önünde bulundurduğumuzda muteber bir meşale olmadığını söylemek durumundayız. Postmodern Öykücülerin Türkiye gerçekliği içinde somut karşılığı nedir, sorusu önemlidir ve sorulması gerekir. Yani Postmodern Öykücülerin metin-içi deneysel çalışmalarının Bu Toprakların anlatı damarlarıyla ruh akrabalığı ve ruh kökleri tartışılmalıdır. Metin merkezli deneysel öykülerin, yana yakıla bir hayat mücadelesi veren insanımızın anlam dünyasında, duygu evreninde karşılığı da sorgulanmalıdır. Var olan hayat gerçekliğinden simülatif anlamda Yeni Bir Gerçeklik üreterek Postmodern edebiyata aş taşıyan deneysel öykücülüğün, Türk ve Dünya dönüşümün menfi anlamda ve karşılıksız olarak yaşanan 80 döneminden bu yana öykü ortamı, derin bir uykunun reel-ötesi fantastik hülyalarıyla rayından çıkmış vaziyettedir. Bu savruk manzaranın hiç mi istisnası yoktur? Bu alaca-bulaca flu görüntünün bir istisnası Yahya Arslan ve Selvigül Kandoğmuş Şahin Hikâyeciliğidir. Şahin daha çok melodramatik ögeleri baskın olan bir hikâyecidir. Ama dış dünya duyarlığına dayalı olarak yazdığı hikâyelerini de görmezden gelemeyiz. Şahin duygulanımcı anlatımı en aza indirip Türkiye gerçekliği içinden doğan hikâyelere daha çok ağırlık verirse Estet Öykücülerden farkını da ortaya koyacaktır. Yani Şahin’in farklılığına farkındalık sağlayan şey, duygusal izlenimcilikten ve şiirsellikten uzak “gerçekli” hikâyelerdir. Yahya Arslan’ın hikâyelerine eleştirel kayıtlarımız şu veçhede şekilleniyor: Arslan hikâye sanatında anti-estetik bir tutumla tebarüz etmiş bir hikâyecidir. Arslan’ın hikâyeleri hayattan ve insandan yola çıkan, nabız vuruşlarına ayarlı, sokağın içinden kanlı canlı hikâyelerdir. Bu önemli bir husustur.. Arslan’ın bugün için en önemli handikapı söyleyiş biçiminde, anlatım dilindedir. Yani Arslan, estetik duyarlığı kapı dışarı ederek hikâyeye başlamış bir yazardır. Bu, Arslan’ın hikâyelerinde ciddi bir eksikliktir. Arslan son kertede pıtraklı, itici bir havada şekillenmiş bu günlük konuşma dilini, estetik anlamda güzel bir anlatımdan arındırarak kullanıyor. Yani Arslan’ın “şiirsellik”ten uzak, göze ve gönle hoş gelmeyen bir anlatımı vardır. Oysaki şiir bahsinde olduğu üzere, hikâye bahsinde de Günümüz Gerçekçilerinin sanat eseri bağlamında temel sorunu estetizm yoksunluğudur. Yani gerçekçi şairler de hikâyeciler de estetik duyarlığı dışlayarak bir anlatım dili kurmanın, bir söyleyiş tutturmanın derdindeler. Ben bu iki bahiste de Hüseyin Cöntürk gibi düşünmekten yanayım: Yani edebiyat eseri oluşturma bahsinde biçim-içerik bütünlüğünü birlikte kotarmanın önemine inanıyorum. Öyküde nasıl ki estet yazarlar bir tarafa, yani estetiğe ağırlık verip gerçeklik algısını göz ardı ediyorlarsa, gerçekçiler de eser bazında, şiir ve hikâye algısı olarak “estetik algı”yı ihmal ederek edebiyat yapmanın, şiir ve hikâye yazmanın derdine düşüyorlar. Hakeza Deneyselciler de biçime ağırlık vererek katı dünyanın katı gerçeklerinden bihaber, metin üzerinde, metinle sınırlı bir imkân arayışındalar. Bu iki aşırı uca abanmaları ben, biçim-içerik bütünlüğünü, yani siyaset ve estetiği, yani edebi haz ile vurucu hayat gerçekliğini tek bir yazınsal potada düşünememekten kaynaklı eğilimler olarak görüyorum. Ezcümle hikâye bahsinde meşale “meselesizler”in elinde olsa da Edebiyatımızın kendi asli karakterini göz önünde bulundurduğumuzda, mesele taşıyıcı vasıfları gerçeklik zemininde işleyen, bir şeye değen, değinen önemli hususiyetleriyle hikâye bahsinde gerçekçilerin elinde tuttuğu sınırlı etkiye sahip meşalenin daha muteber olduğunu, asıl ihtiyacımız olan hikâye anlayışının da gerçekçi somut hikâyede, bize bir çıkış yolu öneren, bağlı olduğumuz Milletin temel sorunlarını anlatan, konuşan, tartışan bu metinlerde mündemiç olduğunu söyleyebiliriz.

“Edebiyat Eleştirisi” kavramından ne anlamalıyız? Yokluğundan bunca şikâyet edilen eleştiri, rüştünü nasıl ispat etmeli?

Edebiyat eleştiri kavramından, edebiyat eleştirmeninin belli-belirgin bir ölçütler sisteminden hareket ederek eserin olumlu-olumsuz niteliklerini aşırıya kaçmadan dengeli bir bütünsellikte sergileyen, edebiyat eleştirmeninin bir “edebiyat anlayışı”ndan kalkış yapıp öznel yargıları en aza indirerek eser karşısında mümkün olan eleştirel mesafeyi azami ölçüde koruyan Metin Merkezli bir yazı uğraşını anlıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramından, eser karşısında övgü-yergi dengesini nitelikli edebiyat adına belirlenmiş ölçütler lehine koruyan, muhafaza eden, tesis eden bir yazı etkinliğini anlıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramından, “dost” güzellemesini anlamıyorum mesela. Edebiyat eleştirisi kavramından, aynı dergide şiir ve öykü yayınlayan yazar arkadaşlarının eserlerini –tek bir kusurunu dahi dile getirmeden- övgüleyen, yıkama-yağlamacı yandaş eleştirmenliği anlamıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramını, birlikte yürüdüğü yol arkadaşlarını “çeteci bir mantık”la koruyup gözeten bir eleştirmen kimliği olarak anlamıyorum. Edebiyat eleştiri kavramından alıntı bolluğu ile tıka basa dolu teori şişkinliğini anlamıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramını Batılı edebiyat kuramlarını metne yığınlamasına boca etmek olarak anlamıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramını adam asmak, adam toplamak, adam kayırmak, makam-mansıp elde etmek, göze ve gönle hoş görünmek olarak algılamıyorum. Edebiyat eleştirisi kavramını kısaca bir değiniyle geçiştirip dostlar alışverişte görsün ve mutlu huzurlu olsunlar olarak algılamıyorum. Edebiyat eleştirmenliğini düşman gözleri üzerine çekip, belayı başına sarmak pahasına gerçeği söylemekten imtina etmemek olarak kavrıyorum. Edebiyat eleştirmenliğini “çağının duyarlığına” sahip vasıflı, gerçeklik bilincini taşıyan, donanımlı dengeli bir şahsiyet olarak düşünüyorum.

Eleştiri rüştünü nasıl ispat edebilir? Edebiyatta Taylorizme inanarak… Yani birlikte yazmanın, birlikte üretmenin, toplu hareket etmenin önemine inanarak… Daha somut konuşalım: Edebiyatta Taylorizme Türkiye gerçekliğinde küçük bir nüvesi olarak Fayrap’ı örnek gösterebiliriz: Fayrap’ın, son 5-6 aydır Yeni Kuşak Şairlerle birlikte kotardıkları “Genç Fayrap” olarak tanımlanan edebi-eleştirel girişimi, bu konuda yani rüştünü ispat konusunda öğretici bir örnekliktir. Şiirde de hikâyede de “birlikte çıkışlar”ın önemine nasıl ki inanıyorsam eleştiri bahsinde de birlikte hareket etmek, var olan ve savunulan edebiyat anlayışının eleştirel bağlamda rüştünü ispat imkânı olarak düşünülebilir.

Bunun, bu birlikte hareket etmenin bir tek istisnası varsa o da Ali Celep ve bu satırların sahibidir. Tek başına yürüyen tek başına rüştünü ispat eder. Elbette ki kendine özgü eleştiri anlayışını tek başına tesis ederek. Elbette ki farklı cenahtaki ve cephelerdeki gerçekleri takdir ve tespit ederek. Elbette ki yazar ağabeylerin, yazar ablaların gölgesine sığınmaktan imtina ederek. Elbette ki çok cepheli ve çok sesli küçük küçük adacıklara dönüşen bu kör ve ikiyüzlü edebiyat ortamında görmezden gelinmeyi, yok sayılmayı, üstü örtülmeyi göze alıp tek başına yürüyüp mücadele ederek… Koroya katılmadan, solo bir şairlik, solo bir yazarlık, solo bir eleştirmenlik edebi iktidarın ve şemsiyenin dışında bir sakınımsızsanız ayrıca bir cesaret gerektirir ve hususiyetli bir yiğitliktir. Şemsiyenin dışında eleştirel anlamda rüştünü ispat, dokuzunca köyden sonra onuncu köyün özgürlüğüne inanmakla kaimdir.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum