SAİM SAKAOĞLU İLE KONYA VE HALK EDEBİYATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ/1

SAİM SAKAOĞLU İLE KONYA VE HALK EDEBİYATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ/1
Yusuf A.ÖZDEMİR, Halk edebiyatının duayen ismi, ülkemize ve şehrimize önemli hizmetleri bulunan edebiyatımızın hafızalarından Saim Sakaoğlu ile önemli tespit ve tekliflerle dolu uzun bir söyleşi gerçekleştirdi

Söyleşi: YUSUF ALPASLAN ÖZDEMİR

Onlarca kitap, yüzlerce makale, çalışma… Halk edebiyatına adanan, dolu dolu yaşanan bir ömür.  Çalışmalarını, Türk kültür ve edebiyatına katkılarını sürdürüyor, bir yandan da şu an ülkemizin dört bir köşesindeki en seçkin üniversitelerinde hocalık yapan, yetiştirdiği pek çok öğrenci ile asırlara taşıyacak mirasını…

Evet, Saim Sakaoğlu’ndan bahsediyoruz. Kültüre/edebiyata aşina olup da ismini bilmeyen var mıdır? En başta gerek kendisinin yaptığı, gerekse öğrencilerine yaptırttığı derleme çalışmaları ile masallarımızı, kıssalarımızı, özdeyişlerimizi, kısaca halkımıza ait verimleri kaybolmaktan ve unutulmaktan kurtaran bir abide, kültür ve edebiyatımızın muhafızlarından saygın bir isim Profesör Doktor Saim Sakaoğlu. Hocamıza Allah uzun ömür versin, kendisiyle uzun bir söyleşi gerçekleştirdik. Ailesinden okul hayatına, hocalarından öğrencilerine, halk edebiyatından Konya çalışmalarına… geniş bir yelpazede gerçekleşen bu keyifli söyleşinin ilk bölümüne ek olarak değerli hocamızın kısaca hayat hikayesini ve Konya üzerine kitaplarını bir liste halinde sunuyoruz.

 

Hocam, babanız rahmetli Mehmet Bey hafız ve hattat, anneniz Zeliha Hanım ev hanımı.  İki kardeşiniz var, iki çocuğunuz var. Eşiniz Yurdanur Hanım benim de bir dönem derslerime girmiş bir akademisyendi. Bize ailenizden, çocukluğunuzdan, nasıl bir ortamda yetiştiğinizden bahseder misiniz?

 

Doğduğum ev, dedemin vefatından sonra küçük halama kalan küçük bir ev… Yıkılıp yerine iki katli bir yenisi yapılıncaya kadar her gün girip çıktığım bir ev… Çünkü halamın iki oğlundan büyüğü olan Mehmet benden iki yaş büyük, küçüğü olan Kadir ise bir yaş küçük… Dedem vefat edince cici ninemle oturduğu  ev, hemen bir  kapı ötesindeki büyük  ev ikiye bölünmüş. Nispeten büyük olanı babama, öbür yarısı ise amcama kalmış. Bölününler arasında evlerimizin arkasındaki bahçe ve bağ da var. Ancak aramızda duvar yok, ince bir meris var. Amcamın dört çocuğunun sondan ikisi Saime de benden iki yaş büyük,  İsmail Sami ise bir yaş küçük. Kısacası ailece yaşıtım diyebileceğim oyun arkadaşlarım var. Özellikle bahçe ve  bağlarımız en güzel oyun alanları… Komşu yaşıtlarımı da hatırlarsak bol arkadaşlı bir çocukluğum geçti.

            Dedem Hasan Efendi, ninem Fatma Hanım’ın vefatından sonra Karkınlı Safiye Hanım ile evlenmiş, ben böyle bir olayı on yıllarca sonra öğrendim. Cici ninemi öz ninem olarak bildim. Evimizde bir hanım daha var: 1927 doğumlu ablam Hayriye Hanım… İşte onun gençliğe adım attığı dönemlerde ben evin tek çocuğuyum. Rahmetli annem Zeliha Hanım’ı da eklersek ben üç kuşaktan üç hanım elinde el bebek gül bebek büyütülmüşüm.

            Hâkimiyeti Milliye İlkokulu’na başladığım da (Eylül 1946) mahallemizde elektrik yoktu. Tabii böyle olunca da her eve birkaç tane de gaz lambası gerekiyor. Akşamları fitillerinin tutuşturulması, bazen kısılıp bazen açılması…. Yedi numara lamba camları daha çok ışık verirdi. Bir küçük numarası ise beş idi. Sabahları ise gecenin lambaları bir araya getirilir, camları silinirdi. Cam silmenin de kendine özgü yöntemleri vardı. İsteyen camın bir ağzını bir bezle kapatıp öbür ağzından nefesini üfürürdü. Böylece lamba camı daha kolay temizlenirdi. Bir de bir ucundaki özel bir delikten bir bezin geçirildiği 10-12 santimetrelik çubuklar olurdu, onlar da camın içinde dolaştırılır  ve temizlik işi biterdi. Ancak ara sıra yapılacak bir iş daha vardı: Lambanın haznesindeki gazyağının durumu nedir? Azalmışsa takviye yapılır, gecenin bir yarısında ışıksız kalınmanın önüne geçilirdi.

            Böyleydi benim çocukluğum, bahçesiyle, bağıyla, lambasıyla… Ninem ile annemin komşuya gittikleri günlerde ben ablamla kalır, onun sevgisiyle büyürdüm. O artık genç bir kızdı ve bizim çeyiz dediğimiz cihazını hazırlamaya çalışırdı. Ben de onun yanında uslu uslu otururdum. En büyük keyfim ablamın dikiş aşamasında kullanıp bitirdiği makaraların boş halleriyle oynamaktı. Onlardan kuleler yapar, devirir; yine yapar,  yine yıkardım. Ama her defasında yapılan kuleler arklı biçimlerde olurdu. O yılların sır perdesinin arkasına saklanmış nice hatıraların silik izleri  gün ışığına çıkarılacağı günleri beklemektedir.

 

Hocam ilk göreviniz Tokat’ta lise öğretmenliği idi, çocuklarınızı okuttunuz, o günlerin eğitim öğretimi ile bugünü kıyaslarsanız neler söylersiniz?

 

     İki kızımı var: Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Selcen Sakaoğlu-Manavgat (Erzurum, 05 Kasım 1969); İngiliz Dili Öğretmenliği bilim dalı uzmanı, Seren Sakaoğlu (Erzurum, 21 Temmuz 1976)

            Büyük kızımız Atatürk Üniversitesi’nde başladığı tıp eğitimini Selçuk Üniversitesi’nde tamamladı. Küçük kızımız ise ortaokul ikiden itibaren eğitim öğretimini Konya Lisesi ve Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde tamamladı.

            Benim zamanımla kızlarımın zamanı her yönüyle farklı idi. Yok dershane imiş, yok efendim özel hocaymış konuları bizim zamanımızın aklına gelecek şeyler değildi. Biz de zamana uyup çocuklarımızın başarılı olmalarını sağlamaya çalıştık. Zamanımızda galiba ana okullarına bile öğrencileri seçerek alıyorlarmış!

Tokat Gaziosmanpaşa Lisesi’nde iken okuttuğumuz edebiyat kitaplarının yanında günümüzdekiler âdeta birer eğlence kitabı gibi… Nerede Nihat Sami Banarlı’nın yöntemi, nerede şimdiki cicili biçili kitapların yöntemi… Tabii arada  güzel  gelişmeler de var. Gerek ikinci kademe (5-8) Türkçe, gerekse üçüncü kademe (9-12) edebiyat kitaplarının çoğunda benim kitaplarımdan alınan metinler ders konusu olarak ele alınmaktadır. Tabii bu da benim için bir övünç kaynağıdır.

 

Sizce liselerimiz ve üniversitelerimizde edebiyatımız doğru bir şekilde anlatılıyor, öğretiliyor ve sevdiriliyor mu?

 

Bu sorunuzun çok uzun bir cevabı olmalı… Tamamını yazmaya ömrüm yetmez. Ord. Prof. Dr. Reşid Rahmeti Arat’ın veya Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın vaktiyle yerine getirdiği görevi şimdi intihalle veya kes-yapıştırmayla doktor olan büyük âlimler yerine getiriyor! Onların yetiştirdikleri de liselerde  benzer yollarla görev yapıyorlar.

      Günümüzün modası intihal merdiveni sahibi olmaktan geçiyor. Bu merdivenlerin fabrikasyon olarak üretilenleri bile piyasanın ihtiyacını karşılayamıyor. Şimdi moda, unvanını kitabına uydurarak elde ediver de nasıl elde edersen et! Doktor ol da, doçent ol da, profesör ol da nasıl olursan ol. Yeter ki bu unvanları ele geçir!

Şu habere birlikte göz atalım: 11.02.13 tarihli International Herald Tribune’a göre Almanya’da Eğitim Bakanı Annette Schavan, doktora tezinde intihal yaptığı iddia edilince derhal istifa etti. (s. 10) Bizde bu tür başarıları yakalanan kişiler istifa etmek zorunda kalsalardı kâğıt fabrikaları daha çok çalışmak zorunda kalacaklardı.

Ben bu işin üzerinde duran, bu sebeple de pek sevilmeyen bir hocayım. Şu iki yazımı örnek olarak hatırlatmak istiyorum:

“Eleştirinin Sefaleti ve İntihalin Zaferi”, Akpınar (Niğde), 4 (23), Eylül-Ekim 2009, 14-19.

“Bilimde Aşırma Yöntemleri”, Akpınar, 5 (26),Mart-Nisan 2010.

İşin ilgi çekici yanı bu işi meslek edinenler üstleri ve arkadaşları tarafından korunmakta ve aklanmaktadırlar. Beni en çok üzen ise, bunlar arasında öğrencim ve yakın çalışma arkadaşlarımın da olmasıdır.

      Ülkemiz liselerinde ve üniversitelerinde çok iyi yetişmiş öğretim elemanlarımız var, ancak sayıları / oranları son derece azdır. Yanlış yollara sapıp unvan alanları koruma altına alan üst makamlar oldukça bilim gelişmez. Boğaziçi Üniversitesi’nin bir araştırma merkezinin yaptığı incelemeye göre yüksek lisanların  ve doktoraların şaibe oranları yüzde yirmi beşin üzerinde… Bu oran vakıf üniversitelerinde ise yüzde otuzu bulmaktadır. Hâlâ var mı bilmiyorum, bir zamanlar bir tezsiz yüksek lisans vardı. Derse gelmeyen öğrenci, gelse bile dersine gelmeyen hocaların yetiştireceği insandan hayır beklenebilir mi? Bu sözlerim 81 ilimizdeki, sayılarını bilemediğim üniversitelerin tamamına yakınında yaşanılan gerçeklerdir. NOKTA

 

Edebiyat dersleri nasıl olmalı, edebiyat sevgisi nasıl kazandırılmalı, nasıl bir yöntem izlenmeli?

 

Edebiyat derslerini edebiyat sevgisi olan öğretmenler vermelidir. Ancak onlar da çok iyi yetiştirilmiş öğretmenler olmalıdır. ‘Boş zamanları’nı kitap okumaya ayıran bir toplumuz. Geceleri yarı uykulu yarı uyanık olarak bir romanı sabaha kadar okuyup bitirerek ‘okuyucu’ olan bir toplumuz.

Edebiyat derslerinin nasıl işlenmesi konusuna gelince… Bir şeyler yazarım ama Talim Terbiye Kurulu  tarafından benimsenir mi? Veya kaç yarım yıl sonra beğenilmeyip piyasadan kaldırılır? Bu soruyu, halen görev başında olan başarılı meslektaşlarımın görüşlerini alarak deneyimli büyüklerinkilerle birlikte ele alıp değerlendirmeliyiz. Hem canım, biz taşralı hocaları kim dinler ki… Suyun başındaki bilginler dururken bizlere sadece işin dedikodusu kalır. Yerine gelmişken hatırlatıvereyim, Şimdiki Mllî Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk Bey, benim Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde dekan olduğum dönemde asistanım idi. Acaba ulaşabilecek miyiz? Sanmam, günümüz sorunları gündemi fazlasıyla içine alıveriyor.

DEVAM EDECEK

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.