Saim Sakaoğlu söyleşisi/3 ‘BENİM HALK EDEBİYATÇILIĞIM’

Saim Sakaoğlu söyleşisi/3  ‘BENİM HALK EDEBİYATÇILIĞIM’
Prof. Dr. Saim Sakaoğlu söyleşimizin üçüncü bölümünde neden edebiyata, özelde de halk edebiyatına yöneldiğini anlattı

(Haber fotoğrafı: Saim Sakaoğlu'nun doğduğu mahalle...)

Prof. Dr. Saim Sakaoğlu söyleşimizin üçüncü bölümünde neden edebiyata, özelde de halk edebiyatına yöneldiğini anlattı.

Birçok insanın zevk olarak yöneldiği edebiyatı meslek ve uzmanlık olarak seçme amacınız nedir? Edebiyatın alanlarından da neden halk edebiyatı, sizi halk edebiyatına sevk eden amillerden bahseder misiniz?

Bizim gençlik yıllarımızda ülkemizde sadece yedi üniversite vardı: İstanbul Ü, İstanbul Teknik Ü, Ankara Ü, Orta Doğu Teknik Ü, Ege Ü, Karadeniz Teknik Ü ve Atatürk Ü.  Son iki üniversite çok yeniydi ve pek az tanınıyorlardı. O yıllarda üniversiteler hakkında bilgi verecek kurumlar ve gazete sayfaları da yoktu. Hele hele üniversiteye hazırlık kurslarını verecek dershaneler de yoktu. Herkes kendi çabasıyla, daha önce bir fakülteye girenlerin bilgilendirmesiyle üniversite hayallerinin peşine takılıyordu. Ancak Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi ile İstanbul’da İstanbul Teknik Üniversitesi çok popülerdi. Ankara Hukuk’un tercih sebeplerinin başında devam zorunluluğunun olmaması geliyordu. İşin zor tarafı ise ortak sınav sistemi olmadığı için her öğrenci üniversite üniversite koşuşturup sınavlara giriyor, gecelerini yollarda geçiriyordu.. Bizlerin tek avantajı Ege Üniversitesi’nin sınavlarının daha erken yapılması idi. Yukarıdaki listenin son iki sırası hakkında ise pek azımızın bilgisi vardı.

            Ben Ankara Üniversitesi’nin herhangi bir fakültesini kesinlikle düşünmemiştim. Niye olduğunu da bilemiyorum. Belki İstanbul Hukuk’a sınavsız kaydolduğum içindir. Önce 22 Eylül 1959 tarihinde trenle İzmir’e gidiyorum. Fuar bitmiş, İzmir tenhalaşmış… Bir gün önce üç beş arkadaşım da oraya gittiği için beni onlar karşılayıp han statüsündeki kaldıkları bir otele yerleştirdiler. Oysa orası basbayağı oteldi ve 175 kuruşa kalıyorum. İstanbul’a indiğimde Sirkeci’de kaldığım berbat bir otel ise beş lira idi.

            Neyse, Ege’de burslu bir fakültenin sınavına girdim ve sözlüsünü kaybettim. Başka bir okulu düşünmediğimden 30 Eylül gecesi bütün Konyalılar İstanbul’u fethe çıktık. Ertesi gün, yani kayıtların son günü,  belki 15 kadar aynı sınıftan arkadaşımız sınavsız öğrenci aldığı için İstanbul Hukuk’a kaydoluverdik. Hazır bir dilekçeyi doldurup, bir de 15 kuruşluk damga pulu ile bir kuruşluk Hava Kurumu pulunu yapıştırıp imzalayınca  öğrenci oluverdik: Numaram 6792…

            Aksaray taraflarında Mesihpaşa Caddesi üzerindeki sekiz on katlı bir binanın son katının öğrenci yurdu olduğunu öğrenince kapağı oraya atıyorum: Tuti Sitesi, son kat ve Sürmene-Araklı Öğrenci Yurdu.

            Hukuk’a çok hızlı başladım. Çok iyi çalışıyordum. Medeni Hukuk’a Hıfzı Veldet Velidedeoğlu (Ord. Prof.), Hukuk’a Giriş’e Abdalhak Kemal Yörük (Ord. Prof.), Anayasa’ya Hüseyin Naili Kubalı (Prof.), Roma’ya Türkan Rado (Prof.), İktisat’a da İktisat Fakültesi’nden Süleyman Barda (Doç.) giriyor. Seminer derslerimize ise çoğu doçent olan hocalarımız veriyordu.. Önce haftalar geçmeye başladı, sonra aylar… Yarıyıl tatili için Konya’ya dönüyorum. Bütün günüm, şimdi Devlet Tiyatrosu olarak kullanılan İl Halk Kütüphanesi’nde geçiyor. Derken ikinci yarıyıla giriyoruz.

            Bu arada, eskinin bir Osmanlı konağı olan ve Konyalılar Derneği’nin bir hizmeti olarak açılan, Beyazıt Yurdu’nda geçiyorum.  Aslında kayıtlı olarak kalmıyorum. O yıl okulu devam etmeyen bir arkadaşımın  (H. Y.) yatağında kalıyorum. Ödemeleri onun adına da ben yapıyorum. Zemin katında, mutfağın hemen ağzında, aynı zamanda yönetim odasının bitişiğindeki kocaman bir odada kalıyorum. Kimlerle mi? Ali Umucalılar (İTÜ, merhum), Aytekin Mesçi (Orman F), Şadi Adıgüzel (İktisat F), Cevdet Aydın (İşletme F), Sadrettin Gülsaçan (İktisat F), Eray Özdemir (İktisat F.), Cihan Çeter (Hukuk F),  Karamanlı Abidin  …… (Tıp F) ve Rıza Durakbaşı (GSA).

            Mart’ın ortaları mıydı, yoksa sonlarına doğru muydu, kesinlikle hatırlamıyorum. Sabah erkenden kalkıp okulun okuma odalarına gitmeyi aksatmaya başladım. Galiba dersler de aynı akıbetle karşı karşıya kalıyordu. Anladım ki ben bu okulu başarsam da sevemeyeceğim. Aslında burada, o yıllarda 60 yaşlarında olan ve okuryazarlığı olmayan annemin bir sesi kulağımda çınlamaya başlamıştı. Ben, arkadaşların topluca Hukuk’a kaydolmasıyla sürü psikolojisinin kurbanı (!) olmuştum. Merhume, benim Hukuk’ta okuduğumu öğrenince çok fena halde üzülmüşü. ‘Benim oğlum   …….  mı olacak?’ diye feryat etmişti. Galiba annemin ahı beni bu bahar başlangıcında yakalamıştı. Aslında okula da gidiyordum ama gönülsüz… Nihayet bir akşam bir karar aldım: Konuyu odamdaki arkadaşlarıma açacak ve bir karara varacaktık. Çoğunluğun katıldığı bir ayak divanı, yağmurlu bir İstanbul sabahında, Beyazıt Kulesi’nin hemen girişindeki boşlukta gerçekleştirildi. Çoğunluk, o alandaki okullarda okuduğu için bir araya gelebildik. Okulu en uzakta olmasına karşılık Mesçi de katılanlar arasında idi. Ben durumu anlattım. Bir arkadaşım gidişim farklı olduğunu anladığını fakat bu durumu kimseyle paylaşmadığını söyledi. Görüş alışverişi derken karara varıldı: bütün arkadaşlar istemeden okuyacağım bir fakültede olmanın bir anlam ifade etmeyeceğini dile getirdiler ve ben de kaydımı sildirinceye kadar Hukuk öğrencisi olmayı sürdürmeyi kararlaştırdım.

            Bu arada Üniversitedeki bütün fakülteleri de öğrenmiş oldum. Mesela Eczacılık ve Diş Hekimliği fakülte değilmiş, okulmuş. Gerçi dörder yıl eğitim veriyorlardı ama nedense bir süre daha okul olarak kaldılar. İşletme Fakültesi yoktu, ikinci Tıp Fakültesi de… Fen ve Edebiyat Fakülteleri yurdumuzun hemen yakınında olduğu için varlıklarından haberdar oldum. Ama işlevlerini tam olarak bilmiyorum. Fen zaten tipim (!) değil…

            Bizim bir de Aksaray Yurdu’muz vardı. Hayriye Tüccarı Caddesi’nin hemen başlarındaki bir apartman yurt haline getirilmişti. Bir cumartesi akşamı orada kalan arkadaşlarımı ziyarete gitmiştim. Aralarında  arkadaşlarımın da  bulunduğu birkaç yurt arkadaşı bir odada toplanmışlar, sohbet ediyorlar. Konular derslerden daha çok sinema… Odada bir de küçük bir radyo var. Bekledikleri saat gelirce radyoyu açtılar ve galiba Orhan Boran’ın sunduğu İpana 21 Puan Bilgi Yarışması’nı (böyle miydi acaba?) dinlemeye başladılar. Odadakilerin bazılarına göz aşinalığım var ise de tanımadıklarım da var. Bir yandan sorular cevaplandırılıyor, bir yandan da dedikodular tavan yapıyor. Derken bir sorunun cevabı aranırken biri bir hemşerinizden söz etti:

            “O olsa bilirdi, ne de olsa Edebiyat’ta okuyor.”

            Ve başlayan gırgırlar;

            “Yav sahi, o ne yapıyordur acaba? Pınar başlarında sevgilisine şiir mi yazıyor?”

            “Sahi, ne yapıyorlar acaba?”

            Sonradan öğreniyorum ki o arkadaş Coğrafya’da okuyormuş ama Boran’ın sorusu edebiyatla ilgiliymiş. Anladım ki bizimkiler o arkadaşı ne tam tanıyorlar, ne de seviyorlardı.

            İşte ben böyle bir fakültede okumayı göze alıyorum (!)

            Ertesi yıl Edebiyat Fakültesi’ne kaydımı yaptırıyorum. Coğrafya’nın dışındaki bütün bölümler bu yıl da imtihansız… Vallahi iki defa kaydoluyorum, ikisinde de elimi kolumu sallaya sallaya… Aylardan Ekim 1960… Numaram mı, 5742…

            Meğer Devletimiz, Fen ve Edebiyat Fakültelerinde okuyan başarılı öğrencileri parasız yatılı gibi okutuyormuş. Böyle bir durumu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne başladıktan bir süre sonra öğreniyorum. Konya Yurdu’ndan göz aşinası olduğum Harun Tolasa bana bu durumu anlatınca ikinci yarıyılda açılan sınava girerek ben de Çapalı oluverdim. Oradaki numaram ise 325.

            Bitirme tezime Türk Dili alanın tek ordinaryüs profesörü olan Reşid Rahmeti Arat hocamla başlamıştım. Ancak yolun yarısını geçtiğim bir dönemde hocam hastalandı, iki defa hastaneye yatırıldı ise de sağlığına kavuşamadı. Onun ölümü üzerine tezimi Dr. Muharrem Ergin hocam  ile tamamladım. Bu gecikmeler benim diploma tarihimi Haziran 1964 yerine Şubat 1965’e taşıdı. Devlet adına okuduğumuz için bizi hemen Ankara’ya gönderdiler. Dört yıl yatılı okumamın sonucu olarak  öğretmenliğime de yatılı bir öğretmen okulunda başlamak istemiştim. Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü’ne ulaştım. Koridorda karşılaştığım bir arkadaşımdan genel müdürün bizim Konya Lisesi’nde iken müdürümüz olan Selman Erdem Bey olduğunu öğrendim. Arkadaşım biraz ilgilendi ama kötü bir haberle geldi: Edebiyat öğretmenleri öğretmen okullarına vermiyorlarmış! Bizim arkadaşta güzel haber çok… Meğer Orta Öğretim Genel Müdürü de, Selman Bey’den önceki müdürümüz İbrahim Cengiz Bey imiş. Ne oldu bilmem, bizim arkadaş biraz sonra beni bir odaya davet etti. Bir görevlinin elinde küçük bir torba vardı.

            “Saim Bey, buyurun, bu torbadaki üç yatılı liseden birini çekiniz.” deyivermesin mi?”

            Ne deniliyordu o güzelim Anadolu türküsünde… Kader torbasına  attım elimi…… Evet, ben de o küçük torbaya elimi daldırıp üç okul arasından birini çekeceğim. Üç kâğıdın olduğu bir torba karıştırılır mı? Karıştırdım işte. Evet, kâğıdı çekip ilgili görevliye verdim. O da kâğıtta yazılı olan lisenin adını okuyup bana verdi: Tokat Gaziosmanpaşa Lisesi…

            30 Mart 1965 tarihinde başladığım öğretmenlik görevimi 27 Eylül 1967 tarihine kadar sürdürdüm. Sonrası mı, Ver elini yepyeni bir hayat: Asistanlık. O yıllarda özellikle büyük şehirlerdeki asistanlıklar pek cazip değildi. Ücret son derece düşüktü. Meğer Atatürk Üniversitesi ile Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin ücretleri farklı ödemelerle daha iyi şartlara taşınıyormuş. Bir de o yıllarda bir moda çapkınlığı vardı. Asistanlığı küçümseyenler, “Ne yani, hoca çantası mı taşıyacağım?”  diye özgürlüklerini (!) ilan ediyorlardı. Tilkinin yetişemediği üzümlere nasıl baktığını hatırlıyorsunuz her halde.

            Yeri gelmişken bu zeka özürlüsü çapkınlara bir hatıramı aktarıvereyim. 

          Prof. Dr. Kaya Bilgegil, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nin en ünlü hocalarındandı. Aramızdan ayrılalı 22 yıl olmuş. Heyhat yıllar da ne çabuk geçiyor.

            Eski öğrencileri ve dostları Prof. Bilgegil’i Erzurum’da anacaklardı. Balıkesir Üniversitesindeki yeğeni Yrd. Doç. Dr. Zöhre Bilgegil’le birlikte bizler o güzel günde Erzurum’da buluştuk… 23 Ekim 2009 Cuma günü, Türk Dil Kurumu ile Atatürk Üniversitesinin iş birliği ile bir anma toplantısı düzenlendi..

Bu arada, daha Erzurum’a inmemden itibaren bizlerle birlikte olan  araştırma görevlisi, doktora öğrencisi ve genç öğrenciler etrafımızda pervane misali dönüp duruyorlar. İçlerinden biri ise benim, içi kitap dolu çantamı hiç bana taşıtmıyor, “Ben taşıyayım hocam.” diyordu.

 Toplantı bitti, vedalaşmalar başladı. O delikanlıya da çok çok teşekkür etmeyi de ihmal   etmedim. Bu arada onun, bu teşekkürüme karşılık olarak verdiği cevap beni son derece duygulandırdı:

    “Estağfirullah hocam… Ne demek ‘Zahmet oldu.’ Ben, pazartesi günü, arkadaşlarıma ‘Saim Hocanın çantasını hep ben taşıdım.’ diye övüneceğim.”

           (“Son Erzurum Yolculuğumdan İki Hatıra”, Merhaba /Akademik Sayfalar,   9 (33), 16 Aralık 2009, 529-532)

          Yalnız geldiğim Tokat’tan iki kişi olarak ayrılıyorduk. Artova ilçesinin Çırdak köyü eşrafından Hacı Kâmil Gülel ile Pazar beldesi eşrafından Aşıroğlularının kızı Hayriye Hanım’ın 1947 doğumlu kızları Yurdanur Gülel Hanım da benimle Erzurum yollarına düşüyordu.

          Temmuz 1967 başında önce yabancı dil sınavına girdik. Kazanınca bilim sınavının yazılısına, daha sonra da mülakatına girdik. Sonuçların açıklanması epey gecikti. Yaz tatiline girildiği için benim gibi öğretmen olan adaylar görevlerine döndüler. Bir süre sonra başarılı bulunduğumu öğrendim. Artık iş, Rektörlüğün Millî Eğitim Bakanlığı’ndan zorunlu hizmet borcumun kendilerine aktarılmasını isteme işine kalmıştı.

          Nisan 1967 içinde yapılması kararlaştırılan sınavlar, bütün fakültelerin haziran mezunlarının da başvurabilmeleri için ertelenmişti. Bölümümüz için ilan edilen dört kişilik kadroya 35 kadar başvuru olmuş. Atatürk Üniversitesi’nin yeni mezunları gibi başka üniversitelerin yeni mezunları da Erzurum’a gelmişti. İşte kazananlar: Turgut Günay (DTCF mezunu, bir yıllık öğretmen), Saim Sakaoğlu, Ahmet Bican Ercilasın ve Nuri Yüce (İstanbul Üniversitesi’nin yeni mezunları), Turgut Günay (Atatürk Üniversitesi yeni mezunu).

          Dört kadroya beş kişi nasıl atanır? O dönemde Üniversitemiz Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı gibi idi. Eleman alım ilanları büyük gazetelere filan verilmez, farklı yöntemlerle duyurulurdu. Bu arada bizim fakültenin bazı dallarına ilan edilen kadrolara  başvuranlardan kazananların sayısı az olunca ilgili kurulların kararıyla o kadroların biri de bizim bölüme aktarılmış. Böylece İstanbul’dan üç, Ankara’dan bir asistanın yanına bir de ev sahibi eklenmişti. Hatırladığım kadarıyla aktarılan kadro Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndenmiş. Bu kadro aktarılma işi ve beşinci kişinin alınması işinde  parmağı olanlar arasında Üniversitemizin yönetiminde söz sahibi olan bazı kişilerin adı geçmekteydi. Biz zan üzerine görüş belirtmek istemiyoruz.

          Erzurum mezunun alanı Eski Türk Edebiyatı olarak belirlenmiş. Bu arada Bölüm başkanımız Kaya Bilgegil geriye kalan  dört  dilciden birini Türk Halk Edebiyatına kaydırmak istiyor. Bu arada arkadaşlarımızdan birinin biraz Rusça bildiğinden yola çıkarak onu oraya aktarmak ister. Ancak o arkadaşın başka hayalleri vardır ve bu aktarma işine karşı bir tavır sergiler. Dışarıya pek yansımayan görüşler beni de rahatsız etmeye başlar. Ben, Harun arkadaşım aracılığıyla başkanımıza haber gönderirim ve derim ki;

          “Bilim yapacaksak arzu ettiğimiz her dalda yapabiliriz. Arzu edilirse ben halk edebiyatı asistanı olabilirim.”

          Benim isteğimin kabul edilmesi üzerine sular durulur. Ne acıdır ki olayın kahramanı olan arkadaş birkaç ay sonra 1426 sayılı Kanun’dan yararlanarak Avrupa’da doktora yapmak üzere üniversitemizden ayrılır. Ben ise, üniversite yıllarımda bir saat bile ders görmediğim bir dalın asistanı olurum.

          İlk aylarda başladığım Türk Dili asistanlığımı arkadaşlarıma emanet ederek yeni alanıma hızlı bir giriş yaptım. Önce alanın temel kitaplarını edinmek, sonra bu alandaki büyüklerimle tanışmak. Temel eserleri toplamak veya Atatürk Üniversitesi’nin gözbebeği olan Seyfettin Özege Bağış Kitaplığı’ndan yararlanmak benim için zor olmadı. Ancak alanımızda pek az hocamız vardı. Onlardan ilki olan Şükrü Elçin hocamız da doçent idi ve bir süre sonra profesörlüğe yükseltildi. Ancak bu alana emek vermiş başka kişiler de vardı. İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Hikmet Tanyu, değişik kurumlarda görevli Hikmet Dizdaroğlu, Cahit Öztelli ki Konya Lisesi’nden öğretmenimdi, Dr. Hamit Zübeyr Koşay, Dr. Mehmet Tuğrul, Dr. M. Fahrettin Kırzıoğlu, DTCF’den İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü Ahmet Edip Uysal, Tahir Alangu, Kerim Yund, Cemil Cahit Güzelbey, vb. Ayrıca yeni bölümümün iki elemanından Muhan Bali birkaç aylık doktor, Bilge Palandöken ise tez hazırlama aşamasında idi.

          O yıllarda sayımız çok az olduğu için bazı kurumlar bizlere kitap desteği sağlıyordu. Mezun olduğum İstanbul Üniversitesi ile Türk Dil Kurumu bana koliler dolusu kitap armağan etmişti. Daha çok bölgeleriyle ilgili yayın yapan öğretmen veya memur olan büyüklerim isteklerime olumlu cevap vererek kitaplarını armağan ettiler. İşte onlardan birkaç ad: Kemal Özer (Gönen), Hasan Tahsin Okutan (Şebinkarahisar), Mehmet Saffet Devrim (üç ilimiz)...

Lise son sınıfta edebiyat öğretmenimiz Cahit Öztelli idi. Haftalık ders sayısı, kompozisyonla birlikte altı idi. Yani en sık görüştüğümüz hocamızdı. Sınıf arkadaşım Latif Çakıcı (merhum Prof. Dr.) ile sınıfımızda bir halk edebiyatı saati düzenlemiştik: 1 Aralık 1958.  O gün,  birkaç arkadaşımıza dağıttığımız konuları işlemiş, örnekler vermiştik. Bu olayı, günün programıyla birlikte yıllarca sonra küçük bir yazımda dile getirmiştim: Benim Halk Edebiyatçılığım.

Galiba benim halk edebiyatçılığımın temelleri o günlerde atılıyordu. Tabii çocukluk yıllarımın süzgecinden arta kalanlar da bu işin öncülerinden sayılabilir. Rahmetli cici ninemin anlattığı bir buçuk masal bile etkilemişti de tam olanını asistan olduktan sonra yayımlamıştım. Anlatmaya anlatmaya unuttuğu masalların bazılarının adlarını hatırlar, hatta bazılarının önemli kahramanlarını da dile getirir ama ne yazık ki tamamını bir türlü çıkaramazdı.

Çocukluğumun bir döneminde arkadaşlarımızla bir birimize masal anlatır, bilmece sorardık. Hatta birkaç mâni dörtlüğünden oluşan türküleri bile söylerdik Onlardan birini hatırlatmak isterim:

Köprünün altı diken / Yaktın beni gül iken

Allah de seni yaksın /  Üç günlük  gelin iken

Tarihe not düşmek ne kadar doğru, bilemem ama hatırlatmadan da geçmek istemiyorum. Bu dörtlüklerin ilk iki mısraları eli yüzü düzgün ifadelerden oluşurken son  iki mısraları biraz müstehcenliğe kaçardı. Bir de işin halk bilimi yönü olacaktı. O dönemin çocuk oyunlarının önemli bir bölümünü âdeta ezberlemiştim, zamanı gelince de değişim ortamlarda da yayımlamıştır.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.