Türk edebiyatı soruşturması/11 ‘Şiirin özgürlükçü yapısının algılandığı bir dönem yaşanıyor’

Türk edebiyatı soruşturması/11 ‘Şiirin özgürlükçü yapısının algılandığı bir dönem yaşanıyor’
Günümüz Türk öykü, şiir ve eleştirisinin durumuyla ilgili soruşturmamızın 11.sinin konuğu şair-yazar-akademisyen Mehmet Narlı

1-Türk edebiyatında hikâye anlatma biçimi son dönemlerde bir hayli değişim/dönüşüm geçirdi. Sizce, bugünün öykücülüğü, mesaisini yeni arayışlarla mı, yoksa kendi klasiklerini oluşturma gayretiyle mi devam ettirecek?

Daha önceki bir söyleşide de belirttiğim gibi hikayemizin dününü de bugünü de çok önemli ve çok güçlü görüyorum.  Zaman zaman edebi kanonun/modanın ya da varsayılan okur beklentilerinin baskısıyla bazı anlatma biçimleri, kurgulama teknikleri fazlaca abartılabilir. Kimi bunları hakkıyla sürdürebilir; yenilikler getirebilir kimi de kötü taklit edebilir. Ama bunlar hikayemizin tehlikede olduğunu göstermez. Eğer tarihsel bir süreç içinde hikaye devam ediyor ve kendi varlığını hem öncekine benzeyerek hem de kendine benzeyerek devam ettiriyorsa zenginlik kendiliğinden var demektir.  Ben böyle olduğunu düşünüyorum. Ama bu modern süreçte sözel anlatmanın zaman zaman çok sıkıcı metinler doğurduğunu bir bakıma zaman zaman hikayenin aslı olan tahkiyeyi zedelediğini görmezden de gelmiyorum. 

Her yazar ve yazarı kuşatan dil, hem yeni arayışlara devam etmek hem de dününü bugününü ve geleceğini bir sürekliliğe dönüştürmek zorundadır. Bu süreklilik,  bilincin kendisidir. Bu bilinç oluşmazsa gerçekte yazar dünyanın anlamını, sözel ve görsel olarak muhayyilesinde tasarlayamaz. Bunu yapamayan hikayeci veya romancı aslında ne yeniyi bulabilir ne de kendi klasiğini oluşturabilir.

2-Yahya Kemal, “Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadim/Bir meşaledir, devredilir elden ele” demişti. Yirmi birinci yüzyılda meşalenin akıbeti sizce ne haldedir?

Eğer meşale varsa, ışığı mutlaka birilerini aydınlatacaktır. Bugün de o ışığı tutarak birçok şairin sesini ve rengini görebiliyoruz.  Elbette bugünkü şiirin olumlu tarafı da var, olumsuz tarafı da. Şiirin özgürlükçü yapısının algılandığı bir dönem yaşanıyor.  Yani dilin aslında öyle ideolojik düzenin içinde bir şey ifade etmeyeceği sadece şu kurama bağlı bir şekilde bir düzenek olmadığı, şiirin kendisinin çok özgürlükçü bir yapı olduğu fark edilmiş gibi görünüyor. Modern hayatın çözülüşünü anlamakta ve anlatmakta şairler benzer bir yerde duruyorlar. Bir ölçüde “kelimelerle kavga etmiyoruz” artık;  kendimizden yola çıkıyoruz. Şiirimiz, kelimelerin, kavramların hatta üslupların siyasal olarak paylaşıldığı dünyadan çok çekti. Bunlar olumlu tarafı.

Olumsuz bulduğum gelişmeler de var tabi. Okuya geldiğim şiir genel olarak ikinci yeninin dil yatağından doğuyor; dille yataktaş olmayı çok hedonist düzeyde yaşayan bir tarafı var. Dilin şehvetine, büyüsüne kısaca ayartıcılığına fazlaca “kapılan”  bir hali var şiirin. Bu hali biraz abartılı buluyorum. Şiirde çok sesliliği hatta çok yapılılığı kavramış bir kuşak var kuşkusuz. Çok çarpıcı dizeler kuruluyor. Bütün sınırları aşan kuralları aşan özgür yapılı şiir formları çıkıyor. Bu da güzel bir şey ama ilginç bir şey oluyor: Sanki savrulan imgeler bir yerlerden emanet alınıyormuş gibi geliyor bana. Yani kimi şairlerin kendileri ile dilleri arasında bir “boşluk” var gibi. Bu boşluk, hazır imgesel formlarla dolduruluyor. 

3-“Edebiyat Eleştirisi” kavramından ne anlamalıyız? Yokluğundan bunca şikâyet edilen eleştiri, rüştünü nasıl ispat etmeli?

Evvelemirde şunu söyleyelim: Bir edebi metinle ilgili her yorum, her tahlil her beğeni kısaca metinle ilgili söylenen her söz veya takınılan her tavır edebiyat eleştirisidir. Ancak bunların eleştiri sayılması için basit ama olmazsa olmaz bir şart var: Samimi olmak.  Okunmadan yapılan,  edebiyatın kendi estetik yapısına veya insanın metinle karşılaşmasına bağlı olmayan;  bir yığın başka hesaplarla gösterilen her yaklaşım sahtedir.

Edebiyat eleştirisinin kuramsal ve yöntemsel gerekliliği başka bir konudur ve çok ciddi eğitimler, öğrenmeler ve uygulamalar süreci ister. Görgüsüz modernleşmemizin başka bir görünüşü olan “al yöntemi uygula” tutumu, gerçekte o metnin iç ve dış yapısı hakkında hiçbir şey söylemediği gibi edebiyatla insan arasındaki derin ve kuşatıcı ilişkiyi de işaret edemez.

 Yazarın olduğu gibi eleştirmenin de  “kim”lik ve “ne”lik bağlamındaki konumunu, aidiyetini, sorumluluğunu kendi dil varlığının imkanları ve mucizeleri içinde kurma zorunluluğu vardır.   Bu kimlik ve nitelik yoksa yazarın da eleştirmenin de  tanıklığına ve eylemlerine güvenilemez. Yazarın olduğu gibi eleştirmenin de dili elbette sadece kendisinindir ama kendisinin olan bu dilin milletin dili olmadığını söylemek mümkün mü? Dilde ve iradede yurdu olmayan eleştirmen bir hayalettir. Kendi epistemolojik varlığının içinde olamayan; bilincinin sürekliliği içinde görünmekten ve tanınmaktan  imtina eden yazarın da eleştirmenin de edebiyatını kavraması imkansızdır. 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.