‘Türkçenin faydası için birkaç satır yazabilmişsem kendimi mutlu sayarım’

‘Türkçenin faydası için birkaç satır yazabilmişsem kendimi mutlu sayarım’
İlk kitabı ‘Zamanın Eşiğinde’ büyük ilgi gören Konyalı yazar ve eğitimci Mustafa Atikebaş’la kitabı hakkında konuştuk

Mustafa Atikebaş; ülkemiz kültür ve medeniyetinin kadim meselelerini dert edinen şuurlu bir aydınımız. ‘Zamanın Eşiğinde’ adlı ilk kitabı Bilge Kültür Sanat’tan yeni yayınlanan Atikebaş denemelerinde Türk kültür ve medeniyetini objektif bir bakışla ele alıyor, dikkate değer tespit ve önerilerini ortaya koyuyor. İlgiyle karşılanan ve daha bir ay olmadan ilk baskısı tükenmek üzere olan kitabını konuştuk Mustafa Atikebaş’la.

Kitabın isminden başlayalım, özellikle eşik kavramından bahseder misiniz? Neden böyle bir kitap yazma ihtiyacı duydunuz?

            “Eşik” kavramının cezbedici pek çok yönü var. Eşik genellikle araf kavramıyla karıştırılıyor, arada kalmak şeklinde anlaşılıyor ki yanlıştır; eşik bir başlangıcı ifade eder. Eşikte durmak, niyetini almış ve kendisini değişime hazırlamış insanın durumunu ifade ediyor. Kitapta “ikiz gelenek” kavramından bahsettim. Edebiyatımızda gelenek deyince biz Tanzimat öncesini anlıyoruz daha çok. Hâlbuki o günden bu yana yüz altmış yıllık bir dönemi geride bıraktık. “Yenileşme Dönemi” diye adlandırdığımız bu devre de bugün başlı başına bir gelenek oluşturmuş durumdadır. Bulunduğumuz yer bu ikiz gelenek ile geleceğin eşiğindedir demek istiyorum.

            Öte yandan eşikte durmak, sürekli arayışın bir tezahürü olarak daimî bir acemiliğe işaret ediyor. Çıraklık demek daha doğru sanırım. Eskiler “oldum demek öldüm demektir” diyor ya, onun gibi…

Kierkegaard’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Hayat ileriye bakarak yaşanır, geriye bakarak anlaşılır.” Yaşamak kaderimiz, yaşıyoruz elbet. Kitabın maziye dönük oluşu bundan, anlama çabamdan.  

            Kitapta belirttiğiniz Tanzimat sanatçıları üzerlerine aldıkları toplumsal dönüşüm sorumluluğunu ne derece sağladılar? Sizin tabirinizle “ikiz gelenek”in bu güne bakan tarafını nasıl görmeliyiz?

Tanzimatçılar çok şeyi başardılar ama hep yarım kaldı. Bu yarım kalış belki de o dönem için bir gereklilikti. Daha fazlası olamazdı. Çünkü Tanzimat sanatçılarının hepsi yenileşme konusunda da yarımdır. Formu değiştirdiler ama içerikte hala eskiye bağlıdırlar. Kullandıkları dil de eski dildir. Bir anda bütün bir edebiyatı yıkıp yerine yenisini koymaya çalışmak zor ve bana kalırsa gereksizdir. Kuşkusuz kendilerinden sonra gelenler için iyi örnekler de koydular ortaya. Şeyh Galip sonrasında şiirimiz kendini aşma yolunda gücünü yitirmiş gibidir. Namık Kemal, Ziya Paşa yeni bir şiir dili yaratmaya çalıştılar. Fakat söylediğim gibi kafaları karışıktır ki normal karşılamalıyız bunu… Biliyorsunuz birbirleriyle de durmadan tartışan adamlardır. Halk şiiri, Divan şiiri tartışmalarından bahsediyorum. Bu dilemma, yani ikilikler onların mirasıdır.

Gelenekten nasıl yararlanmalıyız, bunun doğru şekli nedir?

Geleneği olmuş bitmiş bir şey gibi okursak faydalanmamız da mümkün olmaz. Hâlbuki gelenek yaşayan bir şeydir, kendi içinden sürekli yenilenir. Yeter ki bakmasını bilelim. Söz, çağdan çağa farklı şekillerde ifade edilse de özü itibarıyla aynıdır. Bugün yeni üretildiğini düşündüğümüz pek çok şeyin gelenekte izlerini buluyoruz. “Söz kaybolmaz” demek istiyorum. Yûnus Emre pek çok bakımdan Hoca Ahmet Yesevi’yi tekrarlar ama bu bizi rahatsız etmez; çünkü üslup yenidir, söyleyiş keyfiyetini asrın idrakine uydurmayı bilmiştir. Gelenek putlaştırılırsa tehlike arz eder. Tamam, Don Kişot vardır, fakat Hayy Bin Yakzan da vardır. Ön yargısız bakanlar geleneğin hayatiyetini pekâlâ görebilir.

Kitapta yer alan ‘dil hapishanesi’ kavramını biraz açar mısınız, ne ifade etmek istediniz burada?

Heidegger; ‘dil düşüncenin evidir’ der. Anlama ve anlatma kapasitemiz bildiğimiz kelimelerle sınırlıdır. Zaman içinde, bugünkü kelime kadromuzu olumsuz yönde etkileyen birtakım hatalar yapıldı. Pek çok kelimeyi kaybettik. Bir bakıma evimizi kendi ellerimizle hapishaneye çevirdik. Kelime kapasitemiz kendimizi ifade etme hususunda sonsuz bir imkân sunar bize. Bu imkânı daraltırsak o hapishanede bir mahkûm olarak yaşarız.

Şiir ve özgürlük de değindiğiniz konulardan biri, kitapta yazdıklarınızdan da hareketle günümüz şairi özgür mü diye sorsam ne dersiniz?

Şair daima hür olmalıdır. Fakat hürriyeti kötüye kullanmamak kaydıyla. Yahya Kemal’e bakalım; o dönem için şiirin membaı denebilecek bir şehirde, Paris’te dokuz yıl kaldı. Sembolizmin, parnasizmin bütün yenilik hamlelerinden haberdardı. Memlekete, -ya da bilinen şekliyle söyleyeyim- eve döndüğünde köksüz bir şiir arayışına girmedi. Yeteneğiyle Türk şiirini bambaşka bir yöne çevirebilirdi, yapmadı. Dilin ve eski şiirin birikimini yok saymadı. O bakımdan şiiri yenidir, lakin bir başka yenidir. Sorunuza şairler üzerinden değil de günümüz şiiri başlığı altında cevap vermem daha doğru belki. Serbest şiir yeniliğe çok açık. Ben şiirde ritmi ve şekli önemsiyorum. Nesre yaklaştığı ölçüde uzaklaşıyorum şiirden. Son tahlilde iyi şiir hangi anlayışla yazılırsa yazılsın etkiler bizi. Etkilemiyorsa, İsmet Özel’in dediği gibi “çek kuyruğundan gitsin”.

Şiirden devam edelim isterseniz. Yahya Kemal’i çok sevdiğinizi biliyoruz, kitapta belirttiğiniz gibi onun şiirlerinde yoğun şekilde musiki, tarih vardır. Şiir fikir vermeli mi, yani şiirler bilgi edinmenin yollarından biri midir?

Yahya Kemal’in şiirlerinde fikir ne derece vardır, düşünmek lazım. Fikri, şiirin doğasına yedirmiş bir şairdir o. Burada sanırım ‘öncelik’le ilgili bir ayırım yapmak gerekir. “Mısra benim namusumdur.” diyen birinden bahsediyoruz. Fikir bana göre büyük şairlerin önceliği olmamıştır hiçbir zaman. Fikir, şiire kendiliğinden girer. Meselenin başka bir yönü de var; bilgisiz/fikirsiz şiir ne derece yazılabilir! Onu da düşünmek gerek. Eğer sözüne güveneceksek, Fuzûlî yazılamaz der. Yani yalnız hisle, ilhamla yazılan bir şeymiş gibi de görmemek gerekir şiiri.

‘Zamanın Eşiğinde’de klasik şiir için kullandığınız olumlu ifadelerle dil inkılabına yaklaşımınız çelişmiyor mu sizce?

Asıl çelişki sorunuzda gizli. İzah etmeye çalışayım. Harf İnkılabı ile dil devrimini birbirine karıştırmamak lazım. Bilerek ikincisi için devrim kelimesini kullandım çünkü yıkıcı bir harekettir. Atatürk kısa zamanda yaptığı hatayı fark ediyor ve kendi ifadesiyle “tabii yola dönmek lazımdır” diyor. Bizatihi kendi yazdırdığı metinlerde pişmanlığı açıkça görülür. Ne var ki “kraldan çok kralcılık” yapılıyor ve kelime kıyımı başlıyor dilimizde. Dil devrimi budur ve Harf İnkılabı’ndan sonradır. Harf inkılabı ile ilgili meselenin tarihi arka planını vermeye çalıştım kitapta, ilave edecek bir şey yok. Hayra vesile olmayacak tartışmadan sakınırım. Buradaki “hayr” Türkçedir. Nurullah Ataç benim de okuduğum değerli bir edip. Fakat dil konusundaki, özellikle kelime uydurma hususunda başı çekmesi dolayısıyla Türkçeye zarar verdi. Dil, dayatmalardan hoşlanmaz. Millete bir kelimeyi zorla sevdiremezsiniz. Nitekim uyduruk kelimelerin büyük bir kısmı söylediğim şekilde unutulup gitti. Dikkat edin “uyduruk” dedim, yoksa her dil gerektiğinde kelime uydurur. Dilin sentaksına (nahiv) uygun olmak koşuluyla. O kelimeyi millet severse yaşar, sevmezse ölür.

Klasik şiirimiz –vasat örneklerini saymazsak– bir deha ürünüdür. Tarihte başka bir örneğini bulmak da zordur. Kendi içinde bir matematiği, musikisi, hayal dünyası vardır. Bunlara bugün yabancıyız diye yok saymak, gece güneşi göremiyorum,  o yüzden güneş yoktur demeye benzer. Bugün bizim şöyle bir şansımız var: Eski şiirimiz konusunda Ziya Paşa’nın, Tanpınar’ın, Gölpınarlı’nın yaşadığı tereddütlerden haberdarız. “Beşer şaşar.” Klasik şiirimizde de kötü örnekler çoktur. Aşırıya kaçan ve sevimsizleşen şiirler bulunur. Bunlar, bu şiiri bütünüyle gözden çıkarmamızı gerektirmez. Kaldı ki bütünüyle bugüne taşınması da mümkün ve gerekli değildir.

Okuyucunun en temel bilgilerde dahi tembellik ederken kitapta her okuyucu kendi eleştiri sistematiğini oluşturmalı diyorsunuz?

Türkiye’deki okuyucuların kaçı eleştiri kitaplarına yönelir? Ancak edebiyata özel ilgisi olanların okudukları kitaplar bunlar. Aynı zamanda çoğu yazar bu okuyucuların. Birinci sınıf okuyucular ‘seçme’yi öğrenmiştir. Her ay düzenli olarak dergi takip eder, yeni çıkan kitaplardan haberdardır, eserler arasındaki bağlantıları çözer; çözemediğinde nereye başvuracağını da bilir. Lügat okur, eleştiri okur vs. Bizde sayıları artan okuyucu kitlesi –ki çok değerlidir– ikinci sınıf okuyuculardır. Bahsettiğiniz yazıdaki muhatap kitle bunlardır. Esas meselemizin bu kitle içinden birinci sınıf okuyucu olacakların sayılarını artırmak olduğunu düşünüyorum. (Röportaj: YUSUF ALPASLAN ÖZDEMİR)

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.