Âşık, mâşuk ve ağyâr üçgeninde insanın kendini bulma yolculuğu
Divan şiirlerinin temel teması, aşığın maşukuna duyduğu hayali ve koşulsuz aşk ile bu aşkın önünde engel konumundaki ağyâr arasında kurulan üçlü ilişkidir. Şiirlerdeki benzetmeler, hayal gücüyle örülmüş anlatılar, zengin ve katmanlı sözcüklerle şekillenen dizeler, yazıldıkları dönemin ruhunu geçmişle harmanlayarak yüzyıllara damgasını vurmuştur.
Ancak bu şiirlerdeki kahramanlara farklı bir gözle baktığımda, aslında anlatılanın, insanın kendini bulma yolculuğundan başka bir şey olmadığını fark ettim.
- Âşık = Kulluğa erişmek isteyen akıllı insanı,
- Mâşuk = Nefsini bilen ve içteki “ben”i, arayan kulu,
- Ağyâr ise = Kula türlü desiselerle engel olan şeytanı temsil eder.
Divan şiirinde, maşukunun attığı oka göğsünü geren, acılara sabreden, aşkı uğruna kül olan aşık, ilk bakışta platonik bir karakter gibi görünse de; aslında bu kişi, Rabb’inin çağrısını duyan ve O’na yönelen akıllı bir insandır.
Aşığın amacı, Allah’ın rızasına ermektir. Bu yolda en büyük engel, kişinin kendi benliğidir. Aşık, maşuka yani kendi içindeki hakikate ulaşmak için, benliğini aşmalı, ağyârın (şeytanın) tüm saptırmalarına rağmen yolundan sapmamalıdır.
Maşukun aşağılama, hakaret ve eziyetleriyle çizilen imaj, kimi zaman aşığın hedefini, yani kulluk mertebesine ulaşma gayretini gölgeler. Oysa bu aşağılama, maşuk maskesi takmış nefisten başkası değildir.
Hz. Mevlânâ’nın hocası Seyyid Burhaneddin Hazretleri'nin (1165–1244) “İbadetin özü, nefsin erimesidir. Geri kalanın hepsi de ibadetin kabuğudur.” sözü, ibadetin sadece ritüel boyutuyla değil, içsel bir dönüşüm aracı olarak anlaşılması gerektiğinin açık bir ifadesidir.
Bu sözden yola çıkarak diyebiliriz ki: Aşığa ok atan aslında maşuk değil, nefistir. Ve bu nefis, gerçek dostun sesini perdeleyen en büyük engeldir. Çünkü nefis, erimeye başladıkça gücünü kaybeder; yok olmadan önce elindeki tüm silahları kullanarak aşığı yolundan döndürmeye çalışır.
Ancak aşık, sabırla ve gayretle ibadetlerine sarılır, nefsini eritir, Rabbi'ne yaklaşmanın huzurunu yaşar. Zira gerçek dost, yani içimizdeki öz, bizimle birlikte olan Allah’tır. O, kendisine yönelen kulunu dışlamaz, aksine O’na yaklaşanı bağrına basar. Aşığın mutluluk sebebi de budur.
Nitekim şu kudsî hadis ne güzeldir:
“Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım;
O bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım;
O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım.”
Bu noktada kendimize sormamız gereken sorular vardır:
- Yaptığımız ibadetler nefsimizi ne kadar eritiyor?
- Bu erimeyle hangi kötü alışkanlıklarımızdan kurtulabiliyoruz?
- Hangi günahlardan uzaklaşabildik?
- Din kardeşlerimize, öz kardeşimiz gibi davranabiliyor muyuz?
- Bulunduğumuz çevreyi güzelleştirebiliyor muyuz?
- Olumlu ya da olumsuz olaylar karşısında “nasibimdir” diyebiliyor muyuz?
- Allah rızası için hangi olumsuz yönümüzü değiştirdik?
- Haset, kin, nefret, öfke gibi duygulara karşı ne kadar dirençliyiz?
- Bize verilen yeteneklerimizle yaptığımız işleri kolaylaştıran, nasip eden Allah’tır. Bizden değildir diyebiliyor muyuz?
Bu ve benzeri sorulara verecek cevabımız yoksa, içimizdeki gerçek benliğe ulaşmak, nefsimizi eritmek nasıl mümkün olabilir?
Oysa nefsimizi eriteceğimize, onu beslemek için neler neler yapıyoruz, değil mi?
Maalesef...
Cümlemiz için vesile olsun bu satırlar. Güzel düşünelim, güzelleşsin hayatımız.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.