Bir hak dostunun ardından hâliyle konuşan, seherle yaşayan, sessizce göçen bir dervişin izinde…
Bugün sizlere, bu âciz fakirin gönlünde çok ama çok müstesnâ bir makama sahip olan bir gönül büyüğümüzün irtihâl-i dâr-ı bekâsı münâsebetiyle, onu rahmetle yâd edip rûh-i pâkine Fâtiha-i Şerîf’ler hediye edebilmek niyetiyle bu satırları kaleme alıyorum. Zîrâ o, halk içinde Hak ile hemhâl olmuş, ismi bilinmese de hâliyle mârûf olmuş bir dervîş-i sâdık idi.
Talebelik yıllarımda bir şeyh efendinin dergâh-ı aliyyesinde onunla müşerref olmuştum. Hakk’ı lisân ile değil, lisân-ı hâl ile tebliğ ederdi. Söz söylemekten ziyade, susmanın hikmetine, bakışın derinliğine, edebin lisanına inanırdı. Kendi beyanıyla: “Ben ilim okumadım; bana öğretildi,” buyururlardı. Bu söz, onun ilâhî mektepte aldığı feyzi ve manevî terbiyeyi ne güzel hulâsa eder.
Ejder Amca’nın cemâline ilk defa nazar eden, sadrına nüzûl eden bir hiss-i letâfet ile ürperirdi. Ziyaretine vardığımda, henüz dilime dökmediğim hâllerimi, kalbimden geçen niyazları bilirmişçesine, evvelâ duâ eder, sonra tenbih ederdi. Öyle ya, hâl erbâbına tarif gerekmez. Onlar kalpten kalbe yol bulurlar, sûretin ötesinde sîret ile muhatap olurlar.
Bu satırları, onun fânî bedenden sıyrılan rûh-i bâkîsine bir hürmet-nâme, bir vefâ vesîkası olarak kaleme alıyorum. Belki de bir Fâtiha’ya vesîle olur ümîdiyle… Zîrâ, bizim gibi nâçizlerin yapabileceği en büyük hizmet, salihlerin ardından sadâkatle duâ etmek ve onları hayırla yâd etmektir.
Rabbim bizleri, onun gibi hâl ehli, sâdık ve sâlih kullardan eyleye. Âmin.
Bazı insanlar vardır; dünyaya iz bırakmak için gelmezler, iz silinmesin diye yaşarlar. Bazı ömürler, kalabalıklarda değil, kuytularda büyür; fakat bir kuşun kanadı gibi dokunduğu gönüllerde sonsuz yankılar uyandırır. İşte daha geçen hafta dar-ı bekâya irtihal eden Maraşlı Ejder Ali Kurtağzı Amca de, o mâna erlerinden, hak dostlarından biriydi… Hem zâhirde bir Anadolu delikanlısı, hem bâtında bir derviş-i sâdık idi.
Ejder Amca, konuşmaktan çok sükûtu tercih ederdi. Lâkin onun sessizliği, kelimelerden daha çok şey anlatırdı. Her hâliyle bir tefekkür, her bakışıyla bir ikaz, her tebessümüyle bir tesellî taşırdı. Onun gönlü bir dergâhtı; kim gelirse gelsin, kapı açıktı, dil yumuşaktı, kalp hep uyanıktı.
Seher vakitlerini hiç kaçırmazdı. O vakitlerde yazdığı mesajlar, âlemi İslâm’a, mazlum coğrafyalara birer duâ niyeti taşırdı. Kudüs’ten Doğu Türkistan’a, Gazze’den Arakan’a kadar ümmetin derdiyle dertlenir, duâ ederdi. Ve duâ ederken şöyle derdi:
“İsteklerinizi, yalvarışlarınızı sunduktan sonra salavât getirin ki, pusula yerine ulaşsın…”
Bu söz, onun duâdaki edebini, Resûlullah’a (sav) olan sadâkatini ve irfânını veciz bir şekilde dile getirirdi.
Ejder Ali Kurtağzı Amca’in evi sabah namazı sonrası demli çay eşliğinde mânevî sohbetlere açılırdı. Orası bir dergâh gibiydi; tabelası yoktu ama teveccühü boldur. Sohbetlerinde en çok geçen kelimelerden biri “merhamet”, biri “sabır”, biri de “emanet” idi.
O bir mürşid değildi; lakin mürşidlerin izinden yürüyen bir gönül eri idi. “Dervişlik, kaçmak değil; ateşin içinde yanmadan yürümektir,” derdi. Kuru bilgiyle değil, pişmiş irfanla konuşurdu. Ne gösterişi vardı ne de gürültüsü; sessizdi, sâkindî, lakin sözü yerini bulurdu.
Her bildiği yolda gençlere önder oldu. Evlat bildiklerine sadece akıl değil, yön de verdi. Onun hayatı, sadece yaşanmış bir ömür değil; öğretilmiş bir mektepti. O bir siyasetçi değildi; ama duruşu ile nice siyasetçiye vakarı öğretti. Zira onun şahsında tevâzu ile izzet, vakar ile mahviyet iç içeydi.
Vefâtı, ardından yalnızca bir sessizlik bırakmadı; aynı zamanda büyük bir boşluk da bıraktı. Çünkü onunla birlikte bir irfan, bir edep, bir nezâket usûlü de çekildi bu diyarlardan. Şimdi onu yâd ederken sadece bir şahsı değil; onunla yaşattığı bir hâli, bir ahlâkı, bir terbiyeyi de yâd ediyoruz.
Ejder Ali Kurtağzı Amca bizlere hâliyle nasihat etti. Elinde tesbihiyle değil, gönlünde zikriyle yürüdü. İsimsizdi; ama iz bıraktı. Meşhur olmadı; ama meşveretiyle gönüllerde taht kurdu. Şimdi onun arkasından duâ ile, hasretle, mahzun bir teslimiyetle sesleniyoruz:
Rabbimiz, o güzel derviş kulunu affeyle. Mekânını cennet, makamını âli, ruhunu şâd eyle. Bizleri de onun gibi sadık kullardan eyle. Âmin.
ŞİİR
Âhir nefesde sohbeti oldı mahabbet âh
Bir yâre urdı bağruma âh derd-i firkat âh
Gelmezdi hîç kalb-i fakîre bu sûret âh
Ey kâş etmeyeydüm o âşıkla sohbet âh
Yakmazdı belki cânumı bu nâr-ı hasret âh
Telh itdi kâmum âh o zehr-nâk şerbet âh
Eyvâh elden o gül-i handânum aldı mevt
Esrâr’um aldı cümle dil ü cânum aldı mevt
Olsun mübârek ol mehe kabr-i sa’âdeti
Mevlâ müyesser ide makâm-ı şefâati
Bitmiş ne çâre dânesi gelmişdi sâati
Dehrin budur hemîşe muhibbâna ‘âdeti
Tefrîk içündür itse de izhâr vuslatı
Zehri yudılmaz ağza alınmaz harâreti
Ben gördüğüm bu dâr-ı fenânun fenâsıdır
Bâkî Hudâ rızâsı bekâ Hâkk bekâsıdır
Şeyh Galip
ŞİİRİN SERBEST TERCÜMESİ
Son nefesinde onunla yapılan sohbet, bir muhabbet hâline geldi.
Ayrılık derdi, bağrıma bir yara açtı, içli bir âh yükseldi.
Fakir (gönlü kırık, derviş) kalbime böyle bir ayrılık hayâl bile gelmezdi.
Eyvah! Keşke o âşıkla sohbet etmeseydim.
Belki de bu hasret ateşi canımı yakmazdı.
O zehirli şerbet (ölüm), bütün tatlarımı acılaştırdı.
Eyvah! Ölüm, gülen gülümü elimden aldı.
Ölüm, bütün sırlarımı, kalbimi ve canımı aldı.
Kabr-i saadeti, o ay yüzlüye mübârek olsun!
Allah Teâlâ ona şefaat makamını nasip eylesin.
Ömrü tamam olmuştu, vakt-i merhûmu gelmişti.
Zamanın âşıklara hep böyle bir âdeti vardır: alır ve götürür.
Vuslatı (kavuşmayı) gösterse bile, sonunda ayrılıktır murâdı.
Bu ayrılık zehrini içmek zor, harareti ağızla çekilmez.
Ben bu fânî dünyanın tam da fâniliğini görmüş oldum.
Kalıcı olan sadece Allah’ın rızâsıdır; gerçek bekâ, Hakk’ın bekâsıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.