Bir medeniyetin sessiz kalbi: Vakıf kültürü üzerine
Bazı kavramlar vardır ki, sözlükteki tanımları yetersiz kalır. "Vakıf" da bunlardan biridir. Onu sadece “bağışlanan mal” olarak tarif etmek, bir çınarın gölgesini yalnızca yaprak sayısıyla anlatmaya benzer. Oysa vakıf; niyettir, vicdandır, vefadır. O bir medeniyetin kalbidir ve bu kalp, asırlardır bizim topraklarımızda atmıştır.
Ecdadımız vakfı bir servet aracı değil, bir servet imtihanı olarak görürdü. Herkes gücü yettiğince bir taş koyardı bu hayır kervanına. Kimisi çeşme yaptırırdı, kimisi sabah namazına kalkamayanları uyandırmak için görevli tayin ederdi. Kimisi bir köprünün altına gölge düşmesin diye ağaç diker, kimisi kuşlar kışın aç kalmasın diye rızık koyardı pencere pervazına. İstanbul’da “Miskinler Tekkesi” adıyla bilinen bir vakıf vardı. Bu vakıf, cüzam hastalığına yakalanmış kimseler için kurulmuştu. O dönemde bu hastalık sosyal dışlanmaya sebep oluyordu. Ancak Osmanlı’da bu kişilere "miskin" denir, onları ötekileştirmek yerine sarıp sarmalayan bir yapı oluşturulurdu. Onlara özel sağlık hizmeti, barınma ve sıcak yemek sağlanırdı. Bu; bir devletin değil, bir vicdanın fonksiyonuydu. Konya’da bir başka örnek: “Köpekler için Vakıf.” Bu vakıf, özellikle kış aylarında aç kalan başıboş köpeklerin beslenmesi için kurulmuştu. Görevliler haftalık olarak dağlara çıkar, et ve ekmek bırakırdı. Sadece insan değil; mahlûkatın her ferdi vakıf şemsiyesi altındaydı.
Kimi vakıflar da zamanın ruhuna hizmet ederdi. Mesela “İcâzet Alan Talebelere Yol Harçlığı Vakfı” vardı. Bir talebe medreseden mezun olurken farklı bir şehirde görev alacaksa, bu vakıf ona yol masrafı ve kıyafet yardımı yapardı. Zira ecdat bilirdi ki ilim taşıyan ayaklar yorgun düşmemeli, sırtı boş olmamalıydı.
Halk arasında “yoksula yardım” denince akla hemen para gelir. Oysa Osmanlı’da bir vakıf vardı ki, amacı ihtiyacı olanların namaz elbisesini temin etmekti. Çünkü bir insanın camiye giderken üstünün başının düzgün olması, onun utanmaması gerekiyordu. Fakirliğin bile bir izzeti vardı bu anlayışta.
Bugün apartman girişinde komşusuna selam vermeyen, ama sosyal medyada ‘yardımsever’ etiketleriyle boy gösteren bir anlayış hâkim. Halbuki ecdadımız, kimsenin bilmediği bir hayır yaptığında esas sevabı kazandığına inanırdı. Mahalle bakkalına gizlice bırakılan bir zarf, bir yetimin bayramlık ayakkabısına dönüşürdü.
Vakıf kültürü, aynı zamanda şehri imar etmenin ve insanı inşa etmenin en nezih yoluydu. Öyle ki bazı mahallelerde bir ihtiyar sabah namazına kalkmazsa, cami imamı onun kapısını çalardı. Çünkü o mahallede kurulu olan “Hasta ve Yalnızlara Göz-Kulak Vakfı”, her bir ferdin halini gözetirdi. Bu, sadece fiziksel değil, ruhsal bir koruma ağıydı.
Modern çağda sosyal yardımlar devletin tekelinde. Oysa Osmanlı’da devletle milletin arasında vakıf gibi bir kalp vardı. O kalp, bir felçli yaşlıyı da, yolda kalmış bir yabancıyı da sarardı. Bugün yollar asfalt, evler merkezi sistemle ısınıyor; ama kalpler soğuk, gönüller yolda kalıyor.
O zamanlar sadaka taşları vardı. İhtiyacı olan çeker alır, olmayan dokunmazdı bile. Şimdi yardım kolileri üzerine isim yazdırıp, sosyal medya gönderisi için poz veriyoruz. Yani hayır, hayrın içinden çıkartıldı. Geriye sadece “görüntü” kaldı.
Şimdi yeniden düşünme zamanı…
Bir öğrenciye burs vermek, bir yaşlıyı hastaneye götürmek, bir yetimin okul kıyafetini almak… Bunların hepsi bugünün vakıf anlayışının mütevazı başlangıçları olabilir.
Unutmayalım:
Bir vakıf sadece tapuya düşen bir şerh değildir. O, kalbe düşen bir rahmet izidir.
Ve yine unutmayalım:
“Gâh olur bir taş binâya sebeb olur dîyârda,
Gâh olur bir niyyet cihanı mamûr eyler.”
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.