Kadim derin devlet aklı
Devlet, sadece görünen yapılarla değil, görünmeyen derin akılla yürür. O akıl ki ne kanun kitaplarında yazar, ne de basın bültenlerinde görünür. Fakat oradadır; gerektiğinde konuşur, gerektiğinde sadece bakar. Kimi zaman masanın üzerindeki kalemde, kimi zaman haritanın köşesindeki ayrıntıda kendini belli eder. Ben buna, 'kadim derin devlet aklı' diyorum. Vardır ve varlığı kıyamete kadar devam edecektir.
Bu akıl, Türk milletinin bin yıllık devlet refleksidir. Sadece siyasetle değil, milletin vicdanıyla örülmüş bir güvenlik duvarıdır. Zaman gelir; bir cümleyle devletin rotasını değiştirir. Zaman gelir; susarak milletin selameti için bekler. Öyle bir akıl ki; ne bürokrasiye sığar, ne mevzuata. Ama vardır. Alparslan’ın Malazgirt’teki basiretiyle başlar, Abdülhamid’in Yıldız'daki sessizliğinde şekillenir, bugün sınır ötesi harekâtlarda hâlâ kendini gösterir.
Ben inanıyorum ki; her çağın karanlığında o akıl yeniden zuhur eder. Bazen bir çocuğun duasında, bazen bir annenin sabrında, bazen de bir istihbaratçının gözünde… Ve işte bu yüzden, bu devlet aklı ölümlü değildir. Çünkü onu yaşatan millet, hâlâ ayaktadır.
Yıllardır sahayı gözlemleyen biri olarak şunu açıkça ifade edeyim: Bizde devlet dediğin şey, sadece hukuk metinlerinden ya da siyasi tabelalardan ibaret değildir. Bizde devlet, bir ruh hâlidir. O ruh ki; dünden bugüne gelen, görünmeyeni sezen, zamanı geldiğinde müdahale eden bir akıldır. Bu akla ‘kadim derin devlet aklı’ deriz. Ve ben bu aklın gölgede yürüyen izlerini takip edenlerden oldum.
Bu meseleye sadece bugünden bakarak yorum yapanlar eksik kalır. Devlet aklı, Sultan Alparslan’ın Malazgirt’ten önceki stratejilerinde başlar. Bizans'ın iç hesaplaşmalarını doğru zamanda değerlendirmesi, Peçenek ve Uz boylarıyla kurduğu ittifaklar... Bunlar savaşın sadece kılıçla değil, akılla kazanıldığını gösterir. Alparslan, sadece büyük bir komutan değil; istihbaratı merkeze alan, zamanı okuyan bir devlet adamıdır.
Selçuklular döneminde kurumsallaşan Büveyhoğulları ve Gaznelilerle ilişkileri yöneten gizli haber alma mekanizmaları, Bağdat merkezli Abbasi etkisini dengeleyecek şekilde yapılandırılmıştır. Nizamülmülk’ün ‘Siyasetname’si ise sadece bir öğüt kitabı değil; devletin aklını ve içyüzünü anlatan bir kılavuzdur. Bu kitapta yer alan ‘hafiye teşkilatı’ bölümlerini okuyunca, bugünün istihbarat anlayışına dair nüveleri açıkça görürüz.
Osmanlı’ya gelince… Orada işler daha derinleşti. Enderun’dan yetişen bir padişah, yalnızca eğitimli değil; aynı zamanda devleti içeriden ve dışarıdan okuyan bir istihbarat mekanizmasına sahipti. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmeden önce Bizans içindeki mezhep kavgalarını nasıl kullandığını, Vatikan’dan gelen haberleri nasıl yorumladığını tarih satır aralarında anlatır. Ama asıl sır, satır aralarında değil; suskunluklarda gizlidir.
Kanuni döneminde Avrupa saraylarına gönderilen gözlemciler, sefaret raporlarıyla bir istihbarat ekolü oluşturdu. Lala Mustafa Paşa, Yemen’den Bosna’ya kadar her taşın altını bilen bir akla sahipti. Ama bu akıl en çok da Abdülhamid Han’da tecelli etti. Onun kurduğu Yıldız İstihbarat Teşkilatı, Avrupa gazetelerinden alınan haberleri analiz eder, içerideki muhalif damarların haritasını çıkarırdı. Ben bu teşkilatın yapısını yıllar içinde araştırdım. Gördüm ki Abdülhamid, çağının ötesinde bir veri zekâsı kurmuştu.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde bu akıl kaybolmadı, sadece farklı formlara büründü. Resmî anlatıların dışında kalan bazı gelişmeler, hâlen arşivlerde bekliyor. Ama ben biliyorum ki o akıl, hâlâ çalışıyor. Bazen bir köydeki imamla, bazen sınırda nöbet tutan bir eriyle, bazen de hiç ses çıkarmayan bir bürokratla kendini belli eder. Görmek isteyene çok şey anlatır.
Bugün Türkiye olarak karşı karşıya kaldığımız meseleler, sadece görünen krizler değildir. Sosyal medya üzerinden yürütülen psikolojik harp, küresel sermaye üzerinden yapılan ekonomik kuşatma, medya eliyle oluşturulan kültürel deformasyon… Bunların hepsi yeni savaş türleridir. Ve bu savaşlara karşı koyabilecek yegâne güç, kadim devlet aklının bugünkü izdüşümüdür.
Ben sahada ve masada bu aklın izlerini görmeye devam ediyorum. Görünmeyen kahramanların, isimsiz çalışanların, sabırla yürüyenlerin hikâyesini duydukça bu toprakların hâlâ diri olduğunu anlıyorum. Devlet dediğin; bazen bir ferman, bazen bir suskunluktur. Ama her hâlükârda, milletin duası ve Allah’ın lütfuyla ayakta durur.
Bugün bize düşen, bu mirasa sahip çıkmaktır. Yazıyla, sözle, tavırla… Her ne yapıyorsak onu ihlasla yapmak. Çünkü devlet sadece sınır değildir; devleti ayakta tutan sır, o sınırların içinde yaşayanların vicdanıdır.
Son sözüm şudur: Devlet bazen görünmez ama hep vardır. Ve o varlık, bu milletin kaderidir. Biz kadim aklı yalnızca geçmişte aramayacağız; onu bugünde diri tutarak geleceğe taşıyacağız inşallah.
Devlet Aklı Ebedidir
Bana sorarsanız, evet, bir derin devlet aklı vardır. Vardır, çünkü bu topraklar basit idarelerle bugüne gelmedi. Vardır, çünkü bu milletin bin yıllık yürüyüşü yalnızca ordularla değil, akılla, ferasetle, iç sezgiyle yoğrulmuştur. Ben bu aklın sadece bir kurumun, bir dönemin değil; bir milletin ruh köküne sinmiş ilahî bir istikamet olduğunu düşünüyorum.
Kimi zaman Alparslan’ın atının nallarıyla, kimi zaman Abdülhamid’in suskunluğuyla, kimi zaman da bir Anadolu köyündeki ihtiyarın duasıyla tecelli eden bu akıl... Bence sadece vardır değil; kıyamete kadar ebedîdir.
Zira bu akıl, insan eliyle yazılmış değildir. Bu akıl, hak ile bâtılın kavgasında safı belli olanların yüreğine yazılmıştır. Devletin görünen yüzü zamanla değişebilir, idareciler değişebilir, sistemler yenilenebilir… Lakin milletin kalbinde yaşayan o kadim şuur, değişmez. Çünkü o akıl, sadece bilgiyle değil; imanla, sadakatle, vefa ile beslenmiştir.
Ben inanıyorum ki; her çağın karanlığında o akıl yeniden zuhur eder. Bazen bir çocuğun duasında, bazen bir annenin sabrında, bazen de bir istihbaratçının gözünde… Ve işte bu yüzden, bu devlet aklı ölümlü değildir. Çünkü onu yaşatan millet, hâlâ ayaktadır.
Bu vatan, sadece sınırlarla değil; isimsiz kahramanların canlarıyla çizilmiştir. İlâ-yı Kelimetullah davası uğruna, devletin bekası ve milletin selameti için can veren o yiğitler... Kimileri adı bilinmeden toprağa düştü, kimilerine bir mezar taşı bile nasip olmadı. Ama hepsini Rahman bilir, milletin kalbi tanır.
Onlar boyun eğmediler, geri durmadılar. 'Vatan sağ olsun' diyerek yürüdüler. Kimse görmese de, kimse bilmese de, Mevla şahit oldu her adımlarına.
Ruhları şâd, mekânları cennet, makamları âli olsun. Unutmadık, unutmayacağız. Her sabah ezanla, her gece yatsıyla, bir Fatiha’dalar bizimle.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.