Yusuf Alpaslan Özdemir

Yusuf Alpaslan Özdemir

“Felsefe”siz olmaz

“Felsefe”siz olmaz

Felsefesiz edebiyatın olmayacağını, edebiyatsız felsefenin de eksik kalacağını dünkü yazımda izah etmeye çalışmıştım.

Felsefeyle uğraşmak, felsefe okumaları yapmak söz konusu olduğunda genelde anlamadığımızı söyler, bundan şikâyet/sitem ederiz. Allah’ın verdiği aklın ne kadarını kullanabildiğimiz herkesin malûmu. Kullanıl(a)mayan, düşünme sınırlarının zorlanmadığı beyinlerin belli bir düzeyde kalması başa gelecek kaçınılmaz bir sorundur. Ne kadar zorlanırsak zorlanalım bizi düşünmeye sevk eden, beynimizin sınırlarını zorlayan metinler zamanla anlama kapasitemizin sınırlarını yukarıya taşıyacaktır. Hasılı felsefe okumanın sayısız faydalarından biri olarak bunu sayabiliriz.

Günümüz düşünce dünyasına, yazı ortamına baktığımızda bazı felsefecilerin adının çok geçtiğini görürüz. Bugün ‘onedio’nun da yardımıyla bu parlak isimlerden kısaca bahsetmek istiyorum. Herhangi birinde kendinizden bir parça düşünce ışıltısı bulabilir, gönül bağı kurabilirsiniz.

VAROLUŞÇU FELSEFE

İlk olarak Kierkegaard’dan bahis açmak istiyorum… Danimarkalı filozof ve teolog Kierkegaard, varoluşçuluğun öncüsü sayılır. Varoluş, her varoluşçu filozofta kendine özgü bir nitelik kazanarak ayrıca tanımlanır, ancak bilinen genel nitelikleri ve felsefi özgürlüğü açısından varoluşçuluğun kurucu isimlerinin başında Kierkegaard gelir. Bununla beraber Kierkegaard'ın belli bir felsefî sistematik geliştirmediği doğru olmakla birlikte, kullandığı kavramlar ve felsefe yapma tarzı sonradan varoluşçu felsefelerde görülen nitelikleri barındırır. Kierkegaard'ın itiraz ettiği ve sürekli eleştirdiği filozof Hegel'dir. Hegel'in rasyonalist ve sistematik felsefesi Kierkegaard için kabul edilemezdir. Varoluşçu felsefelerde görülen kavramların çoğunluğu öncül olarak Kierkegaard'da görülür: saçma, bunaltı, korku ve kaygı.

Kierkegaard, felsefe tarihinin soyut mantıksal kurgularla geliştiğini ve bu nedenle bireyi, bireyin gerçek yaşamını gözden kaçırdığını düşünür. Ona göre varoluş, somut ve öznel insanın yaşamıdır. Bu nedenle felsefe somut düşünmeye, yani varoluşa yönelmelidir. Toparlayacak olursak işin özü şudur; Kierkegaard'a göre, varoluşçuluk, bizzat somut olan insanın yaşamıdır. Kierkegaard, varoluş düşüncesinde insana odaklanarak, insanın kendi özünü, özgür seçimleri ile ortaya koyduğunu ileri sürer. İnsan kendini gerçek anlamda Tanrı'ya yönelerek inanç vasıtasıyla gerçekleştirebilir.

Kitaplarını çeşitli yayınevleri basıyor. Son olarak kervana Ketebe de katıldı.

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden bir diğeri Martin Heidegger. Alman filozof. Heidegger felsefe-dışı sayılan pek çok kavramı felsefeye taşıdı ve varoluşçu felsefecilerde görülen tarzda analizlere yöneldi ve bunları derinleştirdi. Kaygı, sıkıntı, merak, ölüm, korku gibi terimleri felsefe düzlemine taşıdı. Fenomenolojiyi varlık sorunu bağlamında yeniden yorumladı ve kullandı. Heidegger'in Husserl etkisi ile kendine özgü bir varoluşçu felsefe oluşturduğunu söylemek mümkündür.

DİL VE EDEBİYAT FELSEFESİ

Avusturya doğumlu filozof ve matematikçi Wittgenstein bahsedeceğimiz bir başka düşünce adamı. Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunan Wittgenstein 20. yüzyılın en önemli filozoflarındandır.

Wittgenstein geç dönem eserlerindeki kısa diyalog bölümlerinin üslûp açısından harika olduğunun farkına vardı. Wittgenstein’ın giriş cümleleri geleneksel tarzının dışındaydı. Wittgenstein, geç dönem eserlerini oluştururken, özellikle felsefe tarihi açısından herhangi bir öncü edinmemişti. Felsefede düşünmeye yeni bir tarz getirdi. Felsefedeki bu yeni düşünme tarzı, tıpkı yabancı bir dili yeni öğreniyormuş gibi öğrenilmeliydi. Wittgenstein’ın bu yeni düşünme tarzının arkasından, sadece çok az filozof gitti. Felsefe yaparak, akıl bozukluğunu büyük bir felsefi problem olarak ele aldı. İnsanların uygun olmayan bir dil kullanımına saplanıp kaldıklarını düşündü ve bu yüzden fikirlerini kuralların dışında bırakmayı tercih etti.

Biz edebiyatla hemhal olan kimseleri özellikle yakından ilgilendiren isim Roland Barthes. Fransız felsefeci, göstergebilimci, edebiyat eleştirmeni, edebiyat ve toplum teorisyeni Barthse.

Barthes’ın düşünce evrimini sınıflandırmak kolay değildir. Çünkü onun yapısalcılıktan postyapısalcılıkğa uzanan düşün serüveni oldukça değişkendir. Onu hem post-modern felsefenin kurucuları arasında, hem de bizzat postmodern düşüncenin en özgün kuram uygulayıcılarından biri olarak anmak gerekir.

Barthes, dilbilim'in tezlerini göstergebilimine taşımaya çalışır. Çünkü belli bir noktadan sonra onun için her şey gösterge dizgeleri olarak okunabilecek bir görünüm alır. Günlük hayattaki rastgele öğelerden yüksek sanat yapıtlarına her şey bir gösterge olarak analiz edilebilir ve edilmelidir. Onun göstergebilim anlayışı bu noktada gösterge dizgelerini anlamak, işleyiş yapılarını çözmek ve dolayısıyla anlam dünyasının yapısını açıklamak çabasından ileri gelir.

Edebiyat, sosyoloji ve psikoloji alanlarında ve tahlil, eleştiri gibi çalışmalarda kendilerine belki de en çok atıf yapılan iki isimle bugünkü yazımı nihayete erdireceğim.

İlk olarak yine bir Fransız olan düşünür, sosyal teorist, tarihçi, edebiyat eleştirmeni, antropolog ve sosyolog Foucault’u anlatayım. Michel Foucault, daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir düşünürdür. Nietzsche ve Heidegger’in düşüncelerinden oldukça etkilenen Foucault, çalışmalarında çoğunlukla Karl Marx ve Sigmund Freud’un fikirleriyle mücadele etti. Hapishaneler, polis, sigorta, delilik, eşcinsellik ve sosyal haklar konularında çalıştı. Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni iktidar ilişkileri üstüne kurdu. Öte yandan Gerard Raul'a verdiği röportajda post-modernist yahut post-yapısalcı olarak tasnif edilmeyi reddettiğini söylemiştir.

Foucault' un felsefik yönünün anlaşılması, bir sosyal bilimler öğrencisi için aşılması ayrıcalık getirecek bir eşiktir. Foucault toplumdaki daimi doğruların oluşum sürecini modernist bir bakış açısı olarak görür ve kökten reddeder. Postmodernite kendini genel geçer doğruların aksine hareket eden bireylerde ve düşünüşlerde bulur. Bu nedenledir ki Foucault deliler üzerinde araştırmalar yapmıştır. Deliler ona göre toplumun daimi doğrularına uygun hareket edemeyen bireylerdir. Toplumun genelini bir oda içerisinde gören Faucault bütün düşüncelerin, hareketlerin bu daimi doğrular çerçevesinde yahut kıskacı altında ortaya çıktığını iddia eder. Gay, lezbiyen, transseksüel, biseksüel oryantasyonlar daimi doğrulardan ayrı doğrular çerçevesinde oluştukları için postmodernitenin varoluşunu ve moderniteden çıkıldığını gösterir. Foucault kendi çalışmalarının bile genel geçer daimi doğrulardan olmaması gerektiğine inanır ve çalışmalarının kullanıldıktan sonra atılmasını öğütler.

Son olarak Derida’dan bahsedelim… Şimdi özellikle Cumhurbaşkanlarına ve stratejik tavırlarına baktığımız zaman hayıflandığımız Fransa’nın bir zamanlar ve hatta yakın zamanlarına kadar ne büyük felsefeciler yetiştirdiğinin bir kanıtı da Derrida. Bu filozof, edebiyat eleştirmeni ve Yapısökümcülük diye de bilinen eleştirel düşünce yönteminin kurucusudur.

D. Mehmet Doğan hocamızın ‘Türkçenin Cenaze Töreni’ni okuyanlar bolca karşılaşacaklardır onun ismiyle. Derrida’ya göre dil, yapısalcıların sandığı ve gösterdiklerinden çok daha fazla oynak ve belirsiz bir şeydir. Anlam, karşıtlık içinde başka bir anlama gönderme yapmaksızın doğamaz, ve anlamın sınırları Dil'in tarihselliği içerisinde sürekli yer değiştirir; çünkü göstergeler her zaman başka anlam bağlamlarından geçerler, başka anlamlara gelirler, asla kapatılamazlar. Bağlamdan bağlama değişen göstergeler zincirinde anlam, dolayısıyla durmadan değişen bir nitelik arz eder. Derrida bağımsız bir gösterilenler alanının olamayacağını ileri sürer. Burada iki önerme belirginleşir: Birincisi, bağımsız bir gösterilenler alanının olanaksızlığı ve ikincisi, hiçbir şekilde ya da herhangi bir şekilde bir gösterge dizgesinden kaçılamayacağı.

Derrida yaptığı yapısökümcü okumalarla, klasik felsefenin, yani Derrida'ya göre mevcudiyet metafiziğinin bilinçdışı kaynaklarını ortaya koymaya çalışmış, metinin yapısındaki ikili karşıtlıkları sorunsalaştırmış ve böylece mevcut düşünüş yapısını sökmeyi denemiştir. Bir 'merkez' ve 'dışarısı' olduğu varsayımına karşı çıkmıştır. Bu noktada, Derrida, nın çalışmasında Logos'a yönelik temelli itirazların geliştirildiği görülür. Batı felsefesi'nde hem söz hem de akıl anlamına gelir Logos. Derrida'nın eleştirisinin tam da bu hedeflere yöneldigi açıktır. Burada metafizik bir varlık görüşü gizlidir çünkü ve Derrida, bir yandan akıl'ın konumunu sorunşallastırarak bir yandan da söz-merkezcilik'in yapısını deşifre ederek, mevcudiyet metafiziğinin ardındaki temel dayanak olan Logos'un sökümünü gerçekleştirir. Bunun sonucunda özne'nin metafizik mevcudiyet fikrinin merkezindeki konumu sona erdilir. Söz ve akıl sahibi özne artık metafizik mevcudiyetin merkezi dayanak noktası degildir.

Felsefeden bahsetmeye devam edeceğiz. Bir başka yazımızda da okunacak felsefe kitaplarına değinelim…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Yusuf Alpaslan Özdemir Arşivi
SON YAZILAR