Bir an durup düşünelim. Şu anda, bu satırları okuduğunuz an, yaşamın tam da merkezindesiniz. Çayınızın dumanı, odanızın sessizliği, dışarıdan gelen bir kuş sesi… Her şey o kadar tanıdık ki, her şey o kadar bizden ki. Peki ya ölüm? O da bir o kadar tanıdık değil mi aslında? Onu uzağımızda, başka bir dünyadaymış gibi konumlandırıyoruz ama o her an, her nefeste bizimle.
Gençlik, hayatın sonsuzluğunu fısıldar kulağımıza. Yaşlılık, hayatın sonlu olduğunu. Ama ölüm, ne gençliğin ne de yaşlılığın tekelindedir. O, bir takvim yaprağı gibi, bir sabah ansızın koparılabilir. Kimi zaman bir kalp krizi, kimi zaman bir trafik kazası, kimi zaman da sadece bir nefesin durması. İşte tam bu yüzden, ölüm ne uzak ne de yakındır; o bir nefes kadar bizimledir.
Aslında ölümden korkmak, yaşamdan korkmaktır bir bakıma. Yaşamın tüm ihtişamına, tüm güzelliklerine rağmen, sonu olan bir yolculuk olduğunu kabullenmektir. Korktuğumuz şey, aslında yok olmak değil, geride bırakacaklarımızdır. Söylenmemiş sözler, yapılmamış iyilikler, yaşanmamış anılar… Ölüm, bizi bu yüzden yüzleşmeye zorlar. "Ne kadar yaşadın?" diye sormaz, "Nasıl yaşadın?" diye sorar.
Belki de bu yüzden, ölümü bir son olarak değil, yaşamın bir parçası olarak görmeliyiz. Onu, daha iyi bir insan olmak, daha dolu bir hayat yaşamak için bir motivasyon olarak kullanmalıyız. Yarım kalmış bir konuşmayı tamamlamak, küslüğü sonlandırmak, birine "Seni seviyorum" demek için ertelememeliyiz. Çünkü ne yarın ne de bir sonraki an garanti.
Ölüm, hayata anlam katan bir ayna gibidir. Ona baktıkça, ne kadar değerli olduğunu görürüz. Aldığımız her nefes, attığımız her adım, yaşadığımız her an birer mucizedir. Ölüm, o mucizenin kıymetini bilmemiz gerektiğini fısıldar. Ve bir gün, o son nefesi verdiğimizde, ardımızda kalanlar, bizim nasıl bir hayat yaşadığımızın hikayesini anlatacaktır.
Öyleyse, daha fazla ertelemeyin. Yaşayın. Sevginizi gösterin. İyilik yapın. Çünkü ölüm ne yakın ne de uzak, o bir nefes kadar yakınınızda.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.