Yusuf Alpaslan Özdemir
Aidiyetsizliğin edebiyatı olur mu?
Semih Gümüş’ün okuma, yazma ve eleştiri üzerine yazdıklarını önemserim; Can’dan çıkan “Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor” başlıklı 425 sayfalık anı kitabı Gümüş’ü her bakımdan tam teşekküllü tanıma yanında kimi aydınlarımızdaki (bana göre) arızalı seziş arızalarını netleştirme imkânı sundu. İşin bu kısmına geçmeden önce Semih Gümüş’ün için edebiyatın, hayatın önünde yürüyen, insanın kendisini ve dünyayı anlamasında biricik imkân yaratan en etkili iyileştirici güç anlamı taşıdığını, hayatın içimize bir kama gibi saplayan acılarına rağmen insanı ayakta tutan, onu hem koruyan hem de dönüştüren asıl alanın edebiyat olduğunu söyleyen; hatta “edebiyat hayattan daha değerlidir” derken, okumanın ve yazmanın insana kattığı bilinç, derinlik ve özgürlük duygusunun karşısında gündelik hayatın bütün çirkinliklerinin anlamsızlaştığını ima eden bir aydın olduğunun altını çizerek hakkını teslim edeyim.
“Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor”da, Semih Gümüş’ün beğendiği yazarlar ve kitaplar hasılasında geniş bir dünya edebiyatı panoraması bulunur. Milan Kundera’yı “Avrupa’nın yaşayan en büyük yazarı” sayar. En sevdiği edebiyatın Amerikan edebiyatı olduğunu, ardından İngiliz edebiyatının geldiğini söyler ve bu tercihinin kimlik algısına bile etki ettiğini ima eder.
Borges’in Kafka üzerine söylediklerini aktararak Kafka’yı “20. yüzyılın en önemli dönüştürücüsü ve yepyeni bir dünya tasavvurunun yaratıcısı” görür. Şavkar Altınel’in en sevdiği klâsik romanın “Büyük Umutlar” olduğunu, Graham Greene’e verdiği önemi anarak not eder.
Hermann Hesse’nin hayatı boyunca üç bin kitap yazısı yazmasını hayranlıkla anar. Alberto Manguel’in Gezgin, Kule ve Kitapkurdu kitabını “yazdıklarının en derinliklisi” niteler. Umberto Eco’nun Dante’siz İtalyanca’nın, Homeros’suz Yunan uygarlığının, Puşkin’siz Rusçanın düşünülemeyeceğini söylerken Türkçe edebiyat için Sait Faik’in aynı ölçüde temel olduğunu hatırlatır; anti parantez Türkçe edebiyat seçimi Gümüş’e ait, katılmadığım bir tabir, konuyu dağıtmamak adına geçiyorum.
John Berger’i çok sevdiğini açıkça yazar. Per Petterson’un “At Çalmaya Gidiyoruz” romanını son on yıldaki en önemli keşiflerinden biri sayar. Pasternak’ın Doktor Jivago’sunu “en sarsıcı ve en güzel aşk romanı” olarak görür; özellikle Pasternak’ın meşhur romanıbdaki Lara ile Yuri arasındaki aşkın onu derinden etkilediğini belirtir.
Dostluk anlatılarında Gerald Durrell’in Ailem ve Öteki Hayvanlar’ını örnek verir. Yüzyılın büyük romanları olarak Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ını ve Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti’ni anarak bunları “dünyada ve bizde sonuncu büyük romanlar” arasında görür. Ayrıca sahibi olduğu Notos Kitap’tan çıkan pek çok eseri övgüyle anar. Bir romanın başlamadan önce bizi var ettiğini, başladığında ise bizi bir tür yokluğa çektiğini söyleyerek roman okumanın varoluşsal boyutuna da işaret eder.
Madalyonun öteki yüzü
Gelelim madalyonun diğer yüzüne; yani edebiyatın güzelliklerini iliklerine kadar hisseden, bu kadim alana gönül verenlere esaslı bir rehberlik niyeti taşıyan yazarın kitabın genelinden yayılan tablo, yani yaşadığı topluma, tarihe, ülkeye ve insanlık değerlerine karşı neredeyse bütünlüklü bir karamsarlık, küskünlük hatta yer yer nefret tonuna yaklaşan bir yabancılaşmana...
Semih Gümüş’ün; “sırt çevirebileceğimiz pek çok alçağın yaşadığı bir ülkenin talihsiz çocuklarıyız biz, yenildik ama hiçbir zaman birer yenik olmadık” cümlesi, toplumu genel bir ‘alçaklık’ zemini içinde değerlendiren uç karamsarlığın ilk işaretidir. Bu yaklaşım, eleştirel düşüncenin gerektirdiği mesafe ve insaf duygusunun ötesine geçerek bütün bir toplumu çerçevesi belirsiz bir moral çöküntünün, dibe vuruşun içine yerleştirmektedir.
Bu karanlık bakış, Gümüş’ün tarih ve toplum değerlendirmelerinde de sürüyor: “Biz tarihin kurbanı olan bir ülkede yaşıyoruz. 1971 ve öncesi dünyanın belki en iyi zamanlarıydı, asıl kötülük 1990’lardan sonra büyüyüp hızlandı ve son yirmi beş yıldan beri hayat bütün bütüne bozuldu.” Eleştiri elbette gereklidir; fakat Semih Gümüş’ün yaklaşımı her türlü iyileşme ihtimalini kökten reddeden, yaşanılan coğrafyayı umutsuzluğun yegâne mekânı ilan eden keskin bir hükme dönüşüyor. Bunu “(…) bu ülkenin kadersiz ve kötü bir tarihi var, özgürce yaşanacak bir dünyası hiç olmadı, o yalnızca içinde ölünecek bir hayat verdi bize” sözleri daha da vahim bir düzeye taşıyor. Yaşadığı ülkeyi yalnızca ölüme mekân yapan bu anlatı, onu vatanıyla köprüleri atan bir ruh hâline sürüklendiğini ve orada takılı kaldığını hissettiriyor.
Bu kopuşun duygusal ve zihinsel izleri zaman zaman düşmanlığa varan bir dile dönüşüyor: “Okuryazarlarının yalana, paraya, kariyere ve iktidara taptığı ülkeye yurt denmez. Burası bizim yurdumuz değil. Kendimize sevdiğimiz adalar bulmuşuz, oralara sıkışıyoruz.” Bu cümleler yalnızca bir yabancılaşmayı değil, yaşadığı ülkeyi bütünüyle reddeden bir dışlama halini ortaya koyuyor. Topluma duyduğu güvensizlik yalnız siyasî alanla sınırlı kalmayıp kültür ve insan tasavvurunda da kendini gösteriyor. Örneğin “Bu ülkenin insanları hayvanları sevmez, hele işe yaramayan bir hayvan, onlar için gereksizdir, dolayısıyla pek çok hayvan gereksizdir” derken bile insan sevgisini neredeyse kategorik bir biçimde reddeden, toplumu baştan aşağı kaba ve merhametsiz ilan eden bir değerlendirme yapıyor.
Gümüş’ün sertliğinin bir ucu da milliyet ve kimlik meselelerine dayanıyor, ki bu hususta hükümleri akıl almaz boyutlara ulaşır: “Bizim topraklarımızda Türklüğün üst kimlik olarak benimsenmesi gerektiğini savunanlar, günümüzde aşılmış ve tarihsel değeri olmayan bir kimlik ve milliyetçilik tanımı getirmiş oluyor. Kendimi niçin Türk olarak göreyim ve kendi kimliğimin öteki milliyet kökenlerinden gelenler için üst kimlik olmasını niçin isteyeyim?” Bu sözün üstüne nasıl bir yorum yapmalı, kendimi medeni sınırlar içinde tutabilir miyim, emin değilim; velev ki tartışılır, saygı duymak gerekir diye düşünmüş olayım; lâkin yazar devamında kimlik tartışmasını tamamen aidiyetsizlik üzerine kurarak “Bende bir İngilizlik var, derim arkadaşlarıma. Ruhen İngiliz, aklen Alman, kalben Kürt… Demek hiçbir yere tam ait değilim” diyerek insanın yaşadığı toprakla arasındaki bağı neredeyse gereksiz bir yükmüş gibi sunması takat bırakmıyor bende. Bununla da yetinmeyerek “Bu ülkedeki alçaklıklar karşısında çoktan beri gelen yersiz yurtsuzluğun kendim için yaptığım kimlik derlememi bana çekici kılıyor” şeklinde cümleler kurması, aidiyetsizliği bir erdem gibi gösteriyor ki, sözün kifayetsiz kaldığı zirveye ve sabrın sınırlarına şimdiden ulaşmış hissediyorum.
Semih Gümüş’ün “Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor”undaki toplum değerlendirmeleri, daha doğru deyişle bu kadim memleket, Türkiye’miz, milletimize dair hükümleri zaman zaman doğrudan hakikati yansıtmayı değil, hissî bir yıkım anlatısını önceleyen ifadelerle sürüyor: “Onca milliyetçi ve ırkçı hezeyan içinde nasıl bir tarihi var bu toplumun, diye düşünmeyince sefil tarihini kimse görmek istemiyor… Yücelttikleri bayrakları direklerden indirirseniz, uzak geçmişi insanın içini sıkan, yakın geçmişi midesini bulandıran kokusundan başka neredeyse bir hiç kalacak.”
Bir toplumun geçmişini hiçbir olumlu unsura yer bırakmayacak şekilde “midesini bulandıran bir koku”ya indirgemek, eleştiri sınırlarının ötesine geçen sert bir yok sayma hâli hadsizliktir.
Benzer biçimde iktidar ve devlet eleştirileri de ölçüsüz bir genelliğe dönüşür, rahatlıkla bir devlet ve sistem düşmanlığından bahsedebiliriz: “Devlet gerçekleri gizleme konusunda ustadır, bunun için vardır.”, “Toplumun kafasına vurup onu sakatlamak, başından bugüne devletin başlıca işlevi oldu.” ve “İktidarın doğası gereği her zaman ve her yerde sapkınlığa yol açtığına kuşku yok.”
Bu ifadelerde herhangi bir somutlaşma, tarihsel ayıklama veya adaletli bir ayrım bulunmaz. Devlet kategorisi tümüyle kötülüğün merkezi ilan edilir; sanki insan toplulukları başka tür bir örgütlenme imkânına sahip değilmiş gibi. Eleştirinin görevi yapıcı bir dönüşümü işaret etmek iken burada devlet kavramının mutlak kötülükle özdeşleştirilmesi rasyonel bir tartışmanın zeminini ortadan kaldırıyor.
Gümüş’ün en sert, hatta birçok kişinin vicdanını yaralayabilecek düşünceleri ise insan–hayvan ilişkisine dair söyledikleridir. “(…) hayvanlarla insanları eşit gören bir düşünce biçimim hep vardı ama bir hayvanın canıyla bir insanın canı arasında fark görmemeye de başladım” cümlesi, insana verilen değeri kökten tartışmaya açıyor. Devamında “Çocuğunuz mu köpeğiniz mi… Yanan bir evden çocuğumu kurtardıktan sonra, benzer durumlarda hep köpekleri kurtarıyorum” ifadesi, insan hayatının en temel içgüdüsel ve ahlaki merkezlerinden birini sarsacak ölçüde uç bir yaklaşımı gösteriyor. İnsanın yavrusuna olan doğal koruma içgüdüsünü, insan türünün ahlaki ve biyolojik devamlılığına ilişkin temel ilkelerini, insan hayatının benzersizliğini adeta bir kenara iten bu cümle, eleştirel düşünceyi değil, insanlıkla bağdaşması güç bir değer kaymasını temsil ediyor.
Ardından “Tanrı bütün hayvanları da Adem Havva’yı yarattığı günde yarattıysa eşitliği kim bozdu?” diye sorarak insanla hayvan arasındaki ontolojik farkı bir tür haksızlık gibi sunuyor. Bir düşünce denemesi olarak okunabilir; fakat bu düşüncenin mutlak bir doğru gibi verilmesi ahlaki sınırları zorlayan bir yön taşıyor kuşkusuz.
Gümüş’ün din ve kutsallara ilişkin yaklaşımı da genellemeci bir reddiyeciliğe dönüşüyor: “(…) din ile kılıç birleştirilip karşıtlara karşı kullanılıyor.” Bu sav tarihî olarak doğru örnekler barındırsa da bugün yaşayan milyonlarca inananın inanç pratiğini bütünüyle silen bir yaklaşıma dönüşüyor, kutsalı, inancı, maneviyatı sadece baskı aracına indirgeyen bu tek boyutlu okuma toplumsal çeşitliliği ve inanç özgürlüğünü yok sayıyor.
Tüm bu uç değerlendirmelerin arasında, ülkeyi vatan yapan değerlerle bağ kurmak şöyle dursun, Gümüş çoğu yerde yaşadığı ülkeyi reddetmekten vazgeçmiyor, bir nebze pişmanlık yahut aitlik emmaresi sergilemiyor: “Okuryazarlarının yalana, paraya, kariyere ve iktidara taptığı ülkeye yurt denmez. Burası bizim yurdumuz değil.”
Semih Gümüş ve benzeri kalemlerin ülkelerine, topluma, insanına duyduğu bu yabancılaşma, eleştirel düşünceyi ilerleten değil, umudu ve sorumluluğu yok eden bir dile dönüşmektedir.
Ortaya çıkan tablo, yazarın duygu dünyasında derin bir kırgınlık olduğu kadar, yaşadığı ülkeyi bütünüyle reddeden, insanı hayvanla eşitleyen, tarihten topluma, inançtan kimliğe kadar her şeyi karanlık bir çerçevede gören aşırı keskin bir perspektiftir. Bu perspektif, eleştirel aklın gerektirdiği soğukkanlılığı değil, duygusal kopuşun keskinliğini yansıtır. Oysa eleştiri ancak bir şeyi iyileştirmeyi talep ettiği ölçüde değerli olur; bütün kapıları kapatan, toplumu yalnız kötülükle tanımlayan, vatanı reddeden ve insanla hayvan arasındaki ahlaki çizgiyi bulanıklaştıran bir yaklaşım ise tartışmanın değil, uç bir yabancılaşmanın ifadesidir.
Aydın Sorumluluğu ile Aydın Savruluşu Arasında
‘Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’ dan aktardığım ve yorumlamaya çalıştığım, bunu yaparken de medeni duruşa halel getirmeme mücadelesi verdiğim düşüncelerden anlaşılacağı üzere Semih Gümüş’ün dünyaya ve özellikle de kendi ülkesine bakışı, bir aydının sorumluluk duygusundan çok, bir kırgınlık ve umutsuzluk karanlığına dönüşmüş durumda. Oysa aydın, hangi eleştiriyi yöneltirse yöneltsin, bunu umudu çoğaltmak, insana yeni imkânlar açmak, toplumu kendi içindeki iyilik potansiyeline çağırmak için yapar. Bir aydın, hakikatin peşinde yürür; fakat bu yürüyüş, yaşadığı toplumu bütünüyle mahkûm eden, geçmişi “midesini bulandıran bir koku”, geleceği “sadece içinde ölünecek bir hayat”, yaşadığı ülkeyi “yurt denmeyecek bir yer” olarak gören bir karamsarlığa teslim olduğunda, eleştiri işlevini yitirir ve pusulası olmayan başı boş bir kırgınlığa dönüşür. Yazarın dünya tasavvuru tam da bu noktada aydın sorumluluğunun gerektirdiği dengeden uzaklaşıyor.
Bir ülkede sorunlar olabilir, tarihte karanlık dönemler yaşanabilir, toplumun yanlışları ve eksikleri olabilir; fakat bütün bir toplumu, geçmişi, kültürü ve insanları toptan değersiz saymak aydın tavrı değildir. Aydın, eleştirdiği şeyin yok oluşunu istemez; bilakis o şeyin dönüşümünü, iyileşmesini, kendi özüne daha temiz bir şekilde kavuşmasını ister. Aydın; umutsuzluk değil, yol açandır; halbuki Gümüş, alıntılarında ülkesini “bizim yurdumuz değil” diye tanımlarken, tarihini “kötü bir talih”, toplumunu “alçaklıklarla çevrili” bir bütün, insanlarını ise hayvan sevgisinin gerisine koyacak kadar değersiz görüyor. Bu noktada kişinin edebiyat, şiir, aşk, dostluk, estetik, insanlık gibi en nazik alanlara dair söylediklerinde tutarlılık aramak zorlaşıyor. Çünkü insanına güveni olmayanın insanlık üzerine; toplumuna merhameti olmayanın merhamet üzerine, kendi kültürüne aidiyet hissetmeyenin kültür üzerine söyledikleri ister istemez havada asılı kalıyor.
Eleştirel bakışın bir başka ayağı da kültürel özgüvendir. Bir aydın, başka ülke edebiyatlarını elbette okuyabilir, sevebilir, hatta kimi dönemlerde onların daha güçlü olduğunu düşünebilir; fakat kendi kültürüne, diline, edebiyatına karşı duyduğu güvensizliği neredeyse bir gurur gibi dile getirmesi, “en sevdiğim edebiyat Amerikan’dır, yanında İngiliz edebiyatı var; ama Türk edebiyatı değil” demesi, yazımın başında es geçtiğim “Türkçe edebiyat”ı yalnızca bir parantez olarak görmesi, yazarda derin bir köksüzlük duygusuna işaret ediyor.
Bir aydın, insanlık fikrini savunabilir; fakat bunu insanı hayvanla eşitleyip insan hayatının değerini belirsizleştirerek yapamaz. İnsanın yavrusu ile bir hayvan arasında fark görmeyen, hatta “yangından çocuğumdan sonra hep köpeği kurtarırım” diyerek insan hayatının temel etik önceliklerini yerinden eden bir bakış, ahlaki zemini zayıflatan tehlikeli bir relativizme dönüşür. Merhamet, sadece insanı değil, hayvanı da kapsar; ama kapsayıcılık, hiyerarşiyi silmek değildir. İnsan hayatını gelişigüzel bir denkliğe indirgemek, insanlık kavramının tarih boyunca biriktirdiği bütün ahlaki temelleri tartışmasız bir hafifliğe taşır. Aydın, ölçüsü en yüksek olandır; merhameti genişletir ama hakikatin tartısını bozmaz. Bu açıdan bakıldığında, Gümüş’ün düşünceleri, bir aydının sorumluluk çerçevesinden çok, bir kırılmanın, bir güvensizliğin, bir karamsarlığın sesidir. Kendi toplumuna güvenmeyen, kendi edebiyatının imkanlarını küçümseyen, kendi insanını değersiz gören, kendi tarihine yalnızca bir yük gibi bakan birinin tavsiyeleri ister istemez Batı ağırlıklı bir entelektüel yönelişe dönüşüyor. Bu yönelişin kendisi yanlış değildir; fakat yanlış olan, Batı'yı bir ışık, kendi kültürünü ise sonsuz bir karanlık gibi gösteren dengesiz bakıştır.
Aydın okur dünyasını genişletmelidir; ama bunu kendi dünyasını küçülterek yapmamalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.