Kasabanın kenar mahallesinde, akşamları kendi sesiyle yankılanan küçük bir öğretmen lojmanı vardı. Perdeleri her zaman açık olurdu; içeride bir masa, masanın üstünde bir lamba, defterler, kalemler, bir de özenle dizilmiş kitaplar…
O kitaplar, Erol Öğretmen’in tek gerçek dostuydu. Onlar sayesinde kendini farklı hissederdi. Başkaları öğretmenliği bir meslek olarak görürdü; oysa Erol, bunu bir sahne gibi yaşardı. Her ders, onun için bir gösteriydi.
Öğrenciler bazen anlamasalar da onun edebiyat coşkusuna saygı duyardı. Sınıfta “Sanat, insanın kendini aşmasıdır!” diye bağırırken gözleri parlar, tahtaya yazdığı her dizede biraz daha kendine âşık olurdu.
Ne var ki, her parlak gösterinin bir seyircisi olması gerekirdi.
Bir gün, ilçedeki bir edebiyat dergisi, öğretmenler arasında bir yazı yarışması düzenledi. Erol, “Kelimelerin Kalbi” adlı denemesiyle katıldı. Yazısını bitirirken aynadaki yüzüne baktı, kendi kendine fısıldadı:
“Bu, beni tanıtacak.”
Sonuçlar açıklandığında, birinci olan ise başka bir okuldan çıkmıştı: genç, sessiz, kimseye yaranmaya çalışmayan bir Türkçe öğretmeni. Jüri, Erol’un yazısını “fazla gösterişli, içtenlikten uzak” bulmuştu.
Bu cümle, kalbinde yankılanan bir tokat gibi çarptı. Gösteriş mi? İçtenlikten uzak mı?
Oysa o yazıyı yazarken kalbini masaya koymuştu.
Birkaç gün sonra okulda öğretmenler odasında herkes kazananı konuşurken, kimse Erol’a dönüp “Senin yazını da okuduk” demedi.
İşte o anda, Erol bir şeyin kırıldığını hissetti.
Sanki edebiyatın içinden gelen bir ses, “Ben senin aynan değilim,” demişti.
O günden sonra derslerde artık yüksek sesle şiir okumadı. Öğrencilerine “edebiyat” kelimesini soğuk bir tonla söyler oldu. Tahtaya yazdığı cümlelerde duygu yoktu; lamba sönmüştü.
Bir zamanlar kitaplarla konuşan adam, artık onların tozunu bile almazdı.
Bir akşam, masanın başında otururken eline eski defterini aldı. Üstünde “Notlarım” yazıyordu. İçini açtı, ilk sayfada bir cümle vardı:
“Edebiyat, kendini göstermek değil, kendini kaybetmektir.”
Kendi el yazısıydı.
Uzun süre baktı o cümleye. İçinde bir yer, sessizce sızladı.
Ama sonra defteri kapadı, lambayı söndürdü.
Pencereden içeri dolan karanlık, artık onunla aynı tondaydı.
Erol Öğretmen, o gece edebiyattan değil, kendinden soğudu.
Ve ertesi sabah, öğrenciler sınıfa girdiğinde tahtada sadece tek bir kelime vardı: “Sessizlik.”
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.