Mustafa Atikebaş

Mustafa Atikebaş

ZAMAN Kİ...

ZAMAN Kİ...

Zaman… Üzerimizden silindir gibi geçen o gizemli varlık; bizi durmadan değişmeye zorlayan büyük yapıcı güç. Günler, aylar, yıllar bir nefes mesabesinde hızlıca akıp giderken insanın tek yapabildiği yaş almak. Pek azımız yaşıyoruz çünkü. Yaşamak biraz da zamanı avuçlarında tutuyor olmak demektir. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği tek bir ân gibi, aralarındaki tenasübün de tenakuzun da farkında olarak yaşamak… 
Anlamak zordur. “Anlarsan değişmen gerekir” der Peyami Safa. Değişmeyi göze almak ise cesaret ister. Ve cesareti olmayan esarete mahkûm olur. İşte, zamanın üzerinden silindir gibi geçtiği insanlar bu mahkûmlardır. Hangi yılda yaşadığının pek önemi yoktur mahkûmun. Herhangi bir çağda, herhangi bir yerde de aynı aymazlıkla pekâlâ hayatta kalabilir, yaş alabilir!
Her yeni yıl arifesinde ülkemizin içine düştüğü tartışmalar nedense hiç değişmiyor. Tekrar etmekten hicap duyacağım, bilindik kavramlar üzerinden yapılan düzeysiz tartışmalardan bahsediyorum: Hindi, kuruyemiş, piyango bileti, noel baba vs…  Çok değil, henüz yüz elli yıl önce -ve oldukça yıpratıcı biçimde- medeniyet değişimine uğramış bir toplumun insanları için fazlasıyla lüks olan tartışmalar değil mi bunlar? Kimsenin kimseyi ikna ettiği görülmemişken bir de…
On yıllar boyu televizyonun icra ettiği zihinleri iğdiş etme vazifesini şimdilerde sosyal medya üzerine almış gibi görünüyor. Elbette olması gerektiği gibi kullananları tenzih ederek söylemeliyim ki, bu platformlar çoklukla yeni düşüncelerin filizlendiği alanlar olmaktan öte, yeni ve fakat kısır tartışmaların; beraberinde küfürler, hakaretler eşliğinde sürüp giden bitmez tükenmez didişmelerin membaı durumuna gelmiştir.
Hayır, amacım ne gündelik sorunları dile getirmek, ne de karamsarlık yaymak. Hayatı, sanatın/edebiyatın adesesinden görmeye çalışan biri olarak boşa geçirecek vaktimizin olmadığını ifade etmek istiyorum sadece. Halletmemiz gereken onca problemimizin üstünü örtüp, faydasız ve boş sözlerle kendimizi oyalamaktan kurtulmalıyız artık. Paulo Coelho’nun, birçok dünya diline çevrilmiş ve Türkiye’de de çok sevilmiş meşhur eseri “Simyacı” hakkında bir gazeteciye verdiği röportajda, kitabın esin kaynağının Mevlana’nın “Mesnevi” si olduğunu söylediğini öğrendiğimde hem sevindim, hem üzüldüm. Yazar adına sevindim, çünkü “Hikmet, müminin yitik malıdır, nerde bulursa alır” hadisinin gereğini yerine getirmişti Coelho. Kendi adımıza üzüldüm, çünkü bir kısmımız Mevlana ile kavgalı iken, diğer bir kısmımız ise yazarı intihalle suçlama gayreti içinde. Benzer bir olay zamanında Şeyh Galib’in de başına gelmişti. Şair göğsünü gere gere şöyle cevap verecekti:
“Esrârını Mesnevî’den aldım
Çaldımsa da mîrî mâlı çaldım”
Yaklaşık iki yüz yıl arayla biri Türk, diğeri Brezilyalı iki yazarı aynı “sevimli hırsızlık” ta birleştiren şeydir ihtiyacımız olan. Zamanın bizi ezmesine engel olmanın yolu, onu ele geçirmekten geçiyor. Bugün gelenekçi olduğunu söyleyenlerin bir kesimi geçmişi külçe halinde bugüne aktarma gayretinde. Bu, pek çok mahzuru olan bir düşünce. Çünkü her yeni çağ, hatta her yeni yıl beraberinde yeni sorunlar doğuruyor. Beklenmedik sorunlara eski hükümlerle yaklaşmak çoğu kez yetersiz kalıyor. Diğer yandan yenilikçi olduğunu iddia edenlerin bir kısmı ise geçmişi tümden reddetme eğiliminde ki, bu büsbütün yok olmak demektir. Unutmayalım Rönesans, tüm zamanların en “irticai” hareketidir. Kıta Avrupa’sı, Eski Yunan düşüncesinin taklitleriyle kendisine yepyeni bir yol açtı. Kadim Türk düşüncesiyle aramızda nasıl bir bağ kuracağımız ise bizim açacağımız yolun belirleyicisi.
Üzerinde en çok konuştuklarımız, en az anladıklarımız… Bizim, yeni bir yıla girerken düşünmemiz gereken kendimizi ne kadar yenilediğimiz. Bunu düşünmeden önce başka bir sorunun cevabını bulmamız lazım: Ne kadar kendimiziz? Çok konuşuyoruz, az anlıyoruz. Sabır ve sebat lügatimizden çıktı adeta. Hoş, “lügat” de çıktı sözlüğümüzden! Hatta sözlük bile bayramdan bayrama görüştüğümüz uzak akrabalar gibi artık. Modern insanın zamanı çok değerli olduğu için uzun hikâyeler kısaldı. Ayaküstü yemeğe alıştık fakat ayaküstü edebiyata alışmayalım. Malumat ile bilgi arasında büyük fark var. Bilgi, işlenendir. Çokça malumat sahibiyiz, yalnız pek az şey biliyoruz. Uzun uzun düşünmek yerine kısa ve özet olanla yetiniyoruz.
Zamanı önemsemek, zaman zaman da “zaman” üzerinde düşünmek gerek. Biz, zaman/asır/çağ üzerine yemin eden bir Allah’ın kullarıyız. Günümüzün anlayışına uygun olarak “en kısa” sûreden verelim örneği: “Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir).”
Şimdi, hakkı ve sabrı nasıl tavsiye edebileceğimizi düşünme zamanı...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Atikebaş Arşivi
SON YAZILAR