Mustafa Atikebaş

Mustafa Atikebaş

KLASİĞİN PEŞİNDE

KLASİĞİN PEŞİNDE

Ülkemizde, belirli aralıklarla bazı yazarların yeniden keşfedilmesi hadisesi neredeyse alışılmış bir duruma dönüştü. Geçtiğimiz birkaç on yılda Cemil Meriç, Oğuz Atay, Sabahattin Ali ve Ahmet Hamdi Tanpınar bu neviden misaller… Bu ‘geç kalınmış’ hatırlama süreçlerinin her bir yazar için farklı sebeplerle geliştiğini biliyoruz. Yine de hepsinde ortak olan bazı unsurlar da mevcut. Bir tür vefa borcu gibi algılanan bu hatırlamaların hiç şüphesiz birçok olumlu yanı var. Keşif süreci boyunca bu yazarlarla ilgili konferans ve bildirilerde hatırı sayılır bir artışın yanı sıra, kitaplarının yeniden basılması, eleştirmenlerin katkılarıyla sanat dünyasında eserlerinin yeniden gözden geçirilmesi gibi pek çok etkinlik yapılmaktadır.

Yaşadıkları devirde, türlü nedenlerle görmezden gelinmiş; çoğunlukla siyasi görüşleri sebebiyle toplumun bir kısmı tarafından dışlanmış, umumi fikirlere muhalif olduklarından, içinde bulundukları sanat/edebiyat camiası tarafından dahi benimsenememiş, sonuçta Tanpınar’ın kendisi için söylediği biçimde bir “sükût suikastı” na uğramışlardır.

Siyasi olanın kültürel olana tercih edildiği, edebi ve estetik değerin ideolojik bakışın gölgesinde kaldığı bir toplumda yaşadık/yaşıyoruz.

Ne tuhaf ki, yıllarca birbirine zıt iki kutbu temsil etmiş olan Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ı birleştiren nokta her ikisinin de vatana ihanetle suçlanmış olmaları. Bir önceki cümlemi doğrular nitelikte bu iki edibimiz hiçbir zaman layık oldukları şekilde anılmadılar. Biz, onların birer dava adamı olduklarının, siyasi mücadelelerinin farkına vardık da asıl şahsiyetlerini yapan şeyin, birer sanatçı olduklarının farkına varamadık. İdeolojik tavırlarını örnek aldık da “Memleketimden İnsan Manzaraları” nı doyasıya tadamadık; “Bir Adam Yaratmak” ne demektir, hakkıyla kavrayamadık. Bu yüzden toplumun büyükçe bir kesimi için isimleri anıtlaşmış bu adamlar esasında kocaman birer meçhuldürler. Üzülerek ifade etmeliyim ki, bu sanatçıların takipçisi olduğunu iddia edenlerin de hiçbir zaman onların seviyesine yükselemeyişleri ve sürekli bir rövanş duygusuyla hareket etmeleri menfi tutumları körüklemiştir.

Gerçek anlamda bir toplum olabilmek için – farklı düşüncelerin varlığını inkâr etmeden –  ortak bir dile, ortak bir hafızaya, ortak bir kültüre ihtiyaç vardır. Böylesi bir anlayışa tam olarak erişemediğimizden olsa gerek yukarıdaki düşüncelerim için de muhtemelen “ne şiş yansın ne kebap” çı ya da “orta yolcu” olarak görüleceğim. Ne gam! “Sanatı/edebiyatı öne almanın bedeli ” der geçerim. Ortak kültürün edebiyattaki yansıması ‘klasik’ kavramıdır. Ortak bir kültür oluşmayınca ortak klasiklerimiz de ol(a)madı. Klasik kelimesi, bir dilin en yetkin örneklerini ifade etmek için kullanıldığı gibi o dilin birinci sınıf yazarlarını ifade etmek için de kullanılır. Bu bağlamda bizim klasiklerimiz nelerdir?  Ve ya bizim klasiklerimiz kimlerdir? Diye sormamız icap eder. Can yakıcı cevabı Tanpınar versin:

“Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız.”

Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde Shakespeare okuyan birine gerici gözüyle bakılmazken bizde neden Fuzûlî, Bâkî okumak gericilik addedilir? Sanırım bu sorunun cevabı da “tarih şuuru/bilinci” ile ilgili. Bizim, gelenekle temasımız konusunda sıkça yaptığımız bir yanlış; geçmiş zamanın şimdiye aktarılması hususunda ya inkârcı, ya da olduğu gibi alma davranışımızdır. Gelenekten faydalanabilmek için zamanı tek boyutlu değil, ‘şimdi’ nin içinde mazi ve âtînin birlikte cevelan ettiği çok boyutlu bir sistem olarak okumamız gerekir. Geçmişi bugüne olduğu aktarmaya çalışmak yerine, geçmişin bir yaşama gücünün olduğunu bilmek, bugünün şartlarıyla uyumlu bir “yeniden keşif” süreci sonunda ayıklayarak aktarmak gerekir.

Yıllarca şair ve yazarlarımızın-elbette bir kısmının- küçük kusurlarını büyüterek,  onları olması gerektiği şekilde tanıyamadık ve klasikleşmelerinin önüne tarihsel bir set çektik. Harold  Bloom, “Etkilenme Endişesi” adlı kitabında bütün bir batı şiirinin Shakespeare ile hesaplaşma üzerine kurulduğundan bahseder. Sonra gelen şairlerin hemen hepsinin, eserlerini, bir şekilde onu katletmek ya da ona tapmak üzerinden yaptıklarını söylüyor. O halde dönüp kendimize baktığımızda bizim Fuzûlî, Bâkî gibi şairlerimizle hesaplaştığımızı söyleyebilir miyiz? Onların eserleri üzerinde dört başı mamur böyle bir ameliyemiz oldu mu? Yoksa hala onları, padişahı övmek üzere görevlendirilmiş kalemşorlar olarak görmeye devam mı edeceğiz? Yaşadıkları dönemde aynıyla batıda da uygulanan “patronaj” sisteminin varlığını ısrarla görmezden gelerek… İsimler pekâlâ çoğaltılabilir. Bütün tenkitlere rağmen bugün Goethe tek başına Alman edebiyatını, Hugo Fransız edebiyatını, Shakespeare İngiliz edebiyatını, Tolstoy Rus edebiyatını temsil kabiliyetine erişmişken, neden bizim üzerinde ittifak ettiğimiz klasiğimiz yok! Edebiyat tarihimiz incelenirse bizim de pek çok bakımdan bütün bir edebi geleneğimizi tek başına temsil edecek birçok yazar/şairimizin olduğu görülecektir. Büyük ve parçalı bir coğrafyada uzun yüzyıllar boyunca batı edebiyatlarına nispetle çok daha renkli, capcanlı bir edebiyat vücuda getirmişken bugün kısır tartışmaların içinde bu büyük hazineden mahrum yaşayışımız ne hazin!

Bizim klasiklerimiz vardır. Göremiyor oluşumuzu kendi idrakimizin noksanı olarak görmeliyiz.

Edebiyat, güzelin peşindedir. Doğru. Biz neyin peşindeyiz?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Atikebaş Arşivi
SON YAZILAR